Çocuk yaşlarda Daniel Defoe, Dostoyevski, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin gibi dünya ve Türk edebiyatından pek çok yazarın klasik eserlerini okuduğunu, dahası okuduğun kitaplarla ilgili not defterlerin olduğunu biliyorum bir arkadaşın olarak. O yaşlardaki okuma iştahını, sana notlar tutturacak kadar güçlü okuma neşeni neye bağlıyorsun? Okurken bir yandan da yazıyor muydun?

Ankara’da kitap okuma kültürü yüksektir. Bizim evde de düzenli kitap okuyan kişi babamdı. Kitaplığının önüne çömelip onun kitaplarını karıştırır, bir gün okuma yazma öğrendiğimde o kitapların hepsini okuyacağımı hayal ederdim. Babam yirmi kitaplık bir çocuk masalları seti almıştı dört yaşımdayken. Her akşam bir ya da iki kitap seçerdik, o okurdu ben dinlerdim. Dinleye dinleye artık ezberlemiştim bazı cümleleri. Okul başlayıncaya kadar ikimiz de sıkılmadan devam ettirdik bu alışkanlığı. Kütüphanelerde de çok zaman geçirdim. Elime ne geçse, neye ulaşabilsem okurdum, bahsettiğin eserlerin yaşıma uygun olup olmadığını bilmiyordum bile. Okuma iştahım öğrenmeyi sevmemle, meraklı olmamla ve yalnız bir çocukluk geçirmemle ilgili olabilir. Babamın ve ilkokul öğretmenimin okumayı teşvikiyle de ilintili elbette. Bu yalnızlıkta okumak, hayal kurmak, uydurmak, oyunlar yaratmak için bol zaman var. İlkokul üçüncü sınıfta “Bıdık Ali” serisinden esinlenerek “Bıdık Ayşe’nin Maceraları” adını verdiğim bir seri yazmaya çalıştım mesela, oyun gibi. Evdeki ajandalardan kopardığım üç beş sayfayı zımba teliyle tutturarak aklımca kitaplar yazdım. Resimler de yaptım kapaklarına. Bir kısmını sınıf arkadaşlarıma 1000 liradan sattım. Bir kısmını da pazarda limonata satarken limonata alanlara hediye ettim. Yazarların bilge insanlar olduğunu, herkesten ve her şeyden haberdar olduklarını, çok seyahat ettiklerini ve bir sürü macera yaşadıklarını düşünürdüm. Yalnızlıklarıyla mutlu, barışık insanlar.

 

Yatılı okuyanlar için şiir belki de en iyi arkadaştır, benim de şiire sığınmak için çok nedenim vardı.

fatmanurturk_fotoŞiirle ilk temasın nasıl oldu? İlk hangi şairleri okuduğunu ve neler hissettiğini hatırlıyor musun?

İlk defa 6. sınıfta okul kütüphanesinde bir şiir kitabı gördüm. Nâzım Hikmet’in şiirleriyle karşılaştım. Şiirleri pek anlamıyordum ama etkileyici geliyordu okudukça. Şiirden benim anladığım, Türkçe öğretmenimin anladığı, annemin anladığı başkaydı. Herkes başka şeyler anlıyordu, ama neydi anlatılan? Şiir olumlu anlamda tuhafıma gitmişti, ilginç bulmuştum bu keşfi. Bir gün Türkçe öğretmenimiz derste Orhan Veli’nin “Açsam Rüzgâra” şiirini okudu. Orhan Veli de öğrendiğim ikinci şair oldu. Satın aldığımız ilk şiir kitabı Orhan Veli’nin Bütün Şiirleri, böylece eve ilk kez bir şiir kitabı girdi. Orhan Veli’nin bazı şiirlerini yazdığım bir defterim vardı. “Anlatamıyorum” şiirini özellikle çok seviyordum. Şairin anlatmaya çalıştığı ama anlatamadığı şeyi ben de anlatamam; benim de böyle tarif etmesi güç hislerim, başkalarınca garipsenen, yadırganan fikirlerim var, diyordum. Liseye başladığımda, hazırlık sınıfındayken yine okul kütüphanesinde bir şiir seçkisiyle karşılaştım. Attilâ İlhan’ın “yorgun serüvenci” şiirini okumamla çarpıldığımı anımsıyorum. O ana kadar beni bu denli etkileyen hiçbir metinle, şiirle, cümleyle karşılaşmamıştım. Lise dönemim boyunca edebiyat kitabında rastladığım şiirlere, şairlere de ilgi duydum. Ahmet Haşim’in “Merdiven” şiirini çok sevdim, Göl Saatleri’ni aldım. Evde Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe sözlüğü vardı, o sözlüğe bakarak şiirlerdeki bilmediğim kelimeleri dizelerin altına yazdım. Şiir dergileri, edebiyat dergileri aldım. Yatılı okuyanlar için şiir belki de en iyi arkadaştır, benim de şiire sığınmak için çok nedenim vardı.

 

Benim de ilk temasım, ortaokul yıllarımda Nâzım Hikmet, Attilâ İlhan, Orhan Veli’yle olmuştu. Biri benzer bir soru yöneltse vereceğim üç isim aynı olurdu. Bu tesadüften bahsedemeden geçemedim. Peki şiir yazmaya iten ne oldu seni? Tetikleyici bir olay oldu mu? Şiir yazmaya teşvik eden biri var mıydı çevrende?

Bahsettiğimiz şairlerin şiirlerinden ilhamla, onların etkisinde kalarak yazdığım şiirler vardı tek tük, lisedeyken. Yazdığım üç beş şiiri güncel edebiyat ve şiir dergilerinde karşılaştığım şiirlerle kıyaslayınca çok şaşırdım tabii. Bugün yazılan şiir daha farklıydı. Aldığım ilk şiir dergisi Ağır Ol Bay Düzyazı dergisi. Lise 1 ya da lise 2 olmalı, evci izni kullandığım bir hafta sonu Kızılay’da tesadüfen girdiğim bir kitapçıda görmüştüm. Budala, Kitap-lık, Varlık ve Türk Edebiyatı dergilerini lise hayatım boyunca takip etmeye çalıştım. Saklıyorum o sayıları hâlâ. Güncel şiir ve edebiyatı anlayabilmek, okunacakları ayıklayabilmek açısından yol gösterici oldu dergiler. Biraz da gözümü korkuttu. Şiir yazmak istiyorsam çok daha fazla okumam ve hayat tecrübesi kazanmam gerektiğini düşündüm. Öykü yazmayı denedim. Üniversite birinci sınıftayken yayımlanan ilk öyküme baktığımda aslında o metnin adına öykü demesek, şiir desek de olurmuş diyorum şimdi. Cesaretim mi eksikti, fazla mı iddialı buluyordum şairleri, çekiniyor muydum onların arasında yazdıklarıma şiir demeye? Yine de üç şiirim yayımlandı üniversite dönemimde. Uzun bir zaman hem İkinci Yeni şairlerinin hem de günümüz şairlerinin şiirlerini okudum, yazmaya devam ederek ve yazdıklarımı paylaşmadan takip ettim şiiri. Şiire dair bakışım, yazdıklarımla ilgili görüşüm değişti bu süreçte. Heves ve Ücra dergisinin büyük etkisi olduğunu düşünüyorum üzerimde. Üniversite bittikten sonra da biriken şiirlerimi yayımlamaya karar verdim. Temelde beni şiir yazmaya iten şeyin net bir cevabı olduğunu sanmıyorum. Dünyayı algılayış biçimimle tezatlık yaratmayan, kendimi tam olarak ifade etmeme izin veren en uygun ifade biçimi belki de.

 

Üniversite hayatın boyunca Heves ve Ücra gibi ana akımın suyunda gitmeyen dergileri yakından takip ederken, yayımlamak üzere şiir göndermekten geri durman bugünlerde ender rastladığımız alçakgönüllü bir tavır. Dediğin gibi cesaret eksikliğinden de kaynaklanıyor olabilir ya da bir tür kendini sakınma ihtiyacı da olabilir. Ancak bir tarafıyla da hâlâ arayış içinde olduğunun ve okumayı en az yazmak kadar önemsediğinin de bir işareti bana kalırsa. İlk hangi şiirini yayınladıktan sonra “Ben galiba şairim” demeye ve şiire daha da sıkı sarılmaya başladığını hatırlıyor musun? Motivasyonunu yükselten bir olay yaşadın mı? Önemsediğin bir başka şairden aldığın bir takdir ya da kabul gördüğünü hissettiğin bir an mesela?

2013 yaz başında Eskişehir’den çıkan Gard şiir dergisinin ilk sayısında bir şiirim yayımlanmıştı, sonrasında Ankara’da küçük İskender’in şiir dinletisine katılmıştım. O akşam hem küçük İskender hem de ona eşlik eden, aynı dergide şiirleri yayımlanan bazı arkadaşlar şiirlerini okudular. Gece ilerlerken bana da bir şiir okumamı teklif ettiler. Şiir okuyacağımı hiç düşünmediğim için yanımda yazılı bir metin ya da dergi bulundurmadığımdan, telefonumda kayıtlı şiirlerimden birini bir kâğıda yazdım ve sıramı bekledim. Sahneye çıkıp şiirimi okuduktan sonra küçük İskender’in şaşırdığını ve iltifat ettiğini hatırlıyorum. “Yeni bir şair geliyor. Bakın böyle sıkı yazan genç arkadaşlar da var” dedi kalabalığa. O geceyi sadece güzel bir hatıra olarak değil aynı zamanda daha fazla şiir yayımlamaya teşvik eden, cesaret veren bir kırılma anı olarak anımsıyorum. Ücra dergisinde ilk şiirim yayımlandığında hissettiklerim ve Murat Üstübal’la mailleşmelerimizde yayımlanan şiirlerimi takip ettiğini belirtmesi, destekleyici bir tutum sergilemesi motive ediciydi. 2014’te yayın hayatına başlayan Japonya’nın yarattığı heyecanın ve Kontra Fanzin’deki kolektif çalışmalarımızın şiirim üzerindeki etkisi de son derece olumlu oldu. Aynı dönem Duvar’da yayımlanan ilk şiirim ve genel olarak şiir hakkında Ali Özgür Özkarcı’nın değerlendirmeleri hem motive edici hem de faydalı oldu. Anita Sezgener’in şiirimi önemsediğini belirtmesi ve benden Cin Ayşe için şiir istemesi, verdiği destek, şiir üzerine konuşmalarımız çok kıymetliydi. 2014 sonu ya da 2015 başlangıcında, Ömer Şişman’a henüz yayımlanmamış birkaç şiirimin çıktısını fikrini almak için gösterdiğimde yaptığı olumlu dönüşü ve bu dönüşün beni oldukça heyecanlandırdığını, moral verdiğini hatırlıyorum. Ahmet Güntan’ın, 2015’te ilk kez 160incikilometre.com’da yayımlanan “Fatma Çeyizi” şiirime yayımlandığı akşam yaptığı dönüşün, şiir hakkındaki değerlendirmelerinin beni çok mutlu ettiğini ve bir şair olarak hissettirdiğini anımsıyorum.

 

Dergilerde şiirlerinin yayımlanması ile ilk kitabın Kargo Kültü arasında geçen süre kısa sayılabilir. Ben de şiirini ilk kez bahsettiğin dergi ve mecralarda okumuştum. Hatta henüz tanışmadığımız, dergilerde yeni yeni göründüğün bir dönemde Ahmet abi (Güntan) “Fatma Nur’un şiirini nasıl buluyorsun?” diye sormuştu. Zor şiir beğenen biri olarak beğendiğimi, farklı ve özel bulduğumu söylemiştim. Neden beğendiğimle ilgili söylediğim bazı gerekçeler var tabii ama oraya birazdan geleceğim. İlk şiirlerden ilk kitabına uzanan süreci biraz anlatır mısın? Kargo Kültü fikri ilk ne zaman ve nasıl oluştu?

Teşekkürler Burak. Şiirini önemsediğim, yazdıklarını heyecanla ve merakla takip ettiğim bir şairden bunları duymak güzel. Şiiri merkeze alarak yakınlaşmak, salt şiir üzerinden kesişim kurmak da. Soruna dönecek olursam, bir yandan Gezi ve sonrası sosyopolitik atmosfer ve kişisel yaşamım üzerindeki etkileri, diğer yandan yoğun kuramsal okumalarım Kargo Kültü’ne giden süreci şekillendirdi. Kargo Kültü kavramını daha önceden biliyordum ve Doğu’da 2015-2016 arası karşılaştığım ortam bana bu kavramı çağrıştırdı. Yoğunlukla bir psiko-coğrafya ürünü olan şiirlerimin önemli bir kısmını orada yazdım, bu kavram orada somutlaştı. Kargo Kültü’nün ilk aklıma gelen ve bu kavramla iç içe bir kitap oluşturma motivasyonu veren karşılığı, eşit güce sahip olmayan farklı kültürlerin karşılaştığı an meydana gelen travmatik etkiyi tarif etmesidir.

 

Bugünkü dünyanın bize dayattığı, rasyonel akıl ve sağduyuyla örtüşmeyen, politik olarak devamlı bizi düzeltmeye, doğru yola getirmeye çalışan tek uygun ahlak ve kültür anlayışına itirazım var.

065_kargokultu_kapakŞiirinde her zaman antropolojiye yönelik derin bir merak ve ilgi hissetmişimdir. Bence bu şiirini özel yapan etmenlerden. Kargo Kültü’nde bu ilginin coğrafi ve tarihi uzantılarını da görüyoruz. Kendinden huruç etmek gibi bir çaban ve ihtiyacın var. Başka kültürlere ve yaşadığımız zamandan uzak zamanlara sıçramak, bugünden geçmişe tarihsel kementler atmak, kendi gerçekliğinden uzaklaşmak istiyorsun sanki. Bunu yaparken de dersine öyle çalışıyorsun ve bu ihtiyacı öyle içselleştiriyorsun ki, yabancısı olduğun bir coğrafyanın ve zamanın kırk yıllık yerlisiymişsin gibi hissediyorum şiirini okurken. Ne dersin?

Dediğin gibi antropolojiye merak ve ilgi duyuyorum, Kargo Kültü‘nde de bu disiplinin kavram ve tekniklerinden izler bulmak mümkün. Coğrafyayı, dili, kültürü, insanı ve nihayet kendimi tanımama, yaşamımı şekillendirebileceğim bir anlam dünyasına sahip olmama yardımcı oldu antropoloji. Irk ve kültürler arası farklılıklar, doğa-kültür ayrımının sınırları, doğa bilimleri ile kültür bilimlerinin biçimsel açıdan birbirlerinden ne ölçüde faydalanabileceği, arkaik toplumlar, yerel kabileler, bugünkü toplumların karmaşıklaşmış zihin ve kültür yapıları, tektipleştirici bir uygarlık ve kültür dayatması vs. hep üzerinde düşündüğüm ve şiirime giren meseleler oldu. Bugünkü dünyanın bize dayattığı, rasyonel akıl ve sağduyuyla örtüşmeyen, politik olarak devamlı bizi düzeltmeye, doğru yola getirmeye çalışan tek uygun ahlak ve kültür anlayışına itirazım var. Günümüz insanının yaşadığı sorunların başında, modern dünyanın aşırı evrenselleştirici yönleri karşısında insanın özgün yönlerinin kaybolması ve ırk üstünlüğüne dayalı yaklaşımların geldiğini söyler Strauss. Bu bizi “Kargo Kültü”ne götürüyor. İnsani bir öze ulaşmanın ya da en azından böyle bir mefhumun varlığını irdelemenin araçlarından biri antropolojiyse bir diğeri de şiirdir belki.

Nerede özgürlük? Nasıl serbestleşeceğiz? Ben Leyla Erbil’e bakarım. Lâle Müldür’e bakarım.

Şiirde cinsiyet üstünden yapılan kategorileştirmelerden hoşlanmıyorum ama başka türlü nasıl tanımlayacağımı bilemediğim için bu şekilde soracağım. Özellikle son yıllarda pek çok kadın şairimizin şiirlerinde yoğun bir hazır kalıp feminist duyarlılık göze çarpıyor. Senin şiirini ise bu bağlamda güncel teamülün dışında kalan, feminizmin klişe bir tezahürüne pek yüz vermeyen, hatta zaman zaman erkeksi bile diyebileceğim bir şiir olarak konumluyorum ilk okuduğum günden beri. Bilmem katılır mısın bu yorumuma?

Ben söylemsel bir şiir yazmıyorum, bu yüzden de ideolojik klişelere başvurma ihtiyacı duymuyorum. Düşünsel özü kendi şemalarımla şekillendirmeyi tercih ediyorum. Senin yorumuna kısmen katılıyorum; evet bir farklılıktan bahsetmek mümkün ancak bu feminist duyarlılığa ilişkin bir fark değil, benim şiire bakış açımdan kaynaklanıyor. Kadın duyarlığı ve kadın dünyasının şiirde göze çarpması başka bir şey, feminist perspektif başka bir şey. Bir kadın olarak, bir şair olarak, onaylanma arzusundan tamamen bağımsız bir politik ve poetik duruşa sahip olabilirim. Politik ve poetik iradem kırılgan değil. Sana feminist klişe gibi gelen bana feminist bakış eksikliği gibi gelebilir yani. Ferit Edgü’nün Tomris Uyar hakkında söyledikleri geldi aklıma: “Kadın yazarlarımız tanımına girmeyen bir yazarımız (…) kadınlığını yazarken gizlediği, unuttuğu, unutturmak istediği için mi? Hayır (…) erkekliğe özendiği, yazarken erkeksi bir ses aradığı için mi? İki kez hayır: ne birine özeniyor Uyar ne de öbürünün peşinde (…) bir kadın olarak yaşıyor ama bir yazar olarak yazıyor (…) dolayısıyla feminist bir yazar değil, yalnızca bir yazar.”

Şunu anlıyoruz: Edebi eserde kadınsılığı sonuna kadar kullanmak da erkeksi bir ses aramak da paradoksal bir biçimde feminizm olarak algılanabiliyor. Bunlar da anti-feminist klişeler olsa gerek. Edgü’nün “dolayısıyla feminist bir yazar değil” dediği gerekçe benim için bilakis feminizmin bir işareti, bugünden bakarsak. Bir kadının, ister kadınsı duyarlık ve temalarla, ister cinsiyetsiz bir tavırla nitelikli eserler vermesi, edebiyatta feminizm benim için budur. Çünkü bu şekilde hem kadınlığa hem de feminizme çizilen sınırlar aşılmış olur. Kadınlar şiir yazmaz, şiir kadına yazılır, kadınlar ancak belli konularda, belli duyarlıkta şiirler yazabilir gibi cinsiyetçi önyargılar bu şekilde yıkılmış olur. Kısacası ben, cesaretimi ve gücümü şiirin kendisinden almak biçiminde bir şiirsel feminizm taraftarıyım diyebilirim. Tabii bu önyargı ve kısıtlamalar sadece erkeklerden ileri gelmiyor, uzun yıllar önce bir keresinde bir şiirimde “emir kipi” yer aldığı için bir kadın şair-yazar tarafından “eril dil” kullanmakla itham edilmiştim. Böyle bir bakışla şiirin de feminizmin de anlaşılamayacağı kanaatindeyim. Nerede özgürlük? Nasıl serbestleşeceğiz? Ben Leyla Erbil’e bakarım. Lâle Müldür’e bakarım.

 

Enerjetik ve düşgücüsel zenginliği gerçekliğin acı tatlı taraflarına takıp takıştıran, yakıp yakıştıran bir şiir olarak görüyorum şiirimi. Kızılderililerin atlarına “güzel insan” demelerini şiirsel dünyama çok yakın buluyorum örneğin.

Cevabının sonunda “özgürlük”ten bahsetmene sevindim. Tam da değinmek istediğim bir nokta. Sınırları yıkmaya soyunan, dizginlerin çoğu zaman şairin elinde de olmadığını hissettiren, kendini akışa bırakmaktan hiç çekinmeyen uçarı bir şiir yazıyorsun bence. Özellikle ikinci kitabın Lady Papa’da bu yönelim ve arzu daha da belirgin. Toplumsal meseleler ve siyaset şiirine asla uzak değil ama ironiden ve alaycılıktan da beslenerek toplumsalın üstümüzdeki ağır yükünü hafifletiyorsun. Öfke seni bir şiiri yazmaya zorluyorsa da, vardığın yerde öfkeden arınmış güleç bir şiir karşılıyor beni. Buna paralel; sürrealizm ve fantastik imgeler de yoğun şekilde şiirine nüfuz ediyor. Hepsinin bir neticesi olarak şiirini okurken özgürleştiğimi, hafiflediğimi hissediyorum. Sen nasıl tanımlarsın şiirini?

Ben de ‘özgürleştiğini’, ‘hafiflediğini’ belirtmene sevindim. Senin tespitlerine ilaveten, enerjetik ve düşgücüsel zenginliği gerçekliğin acı tatlı taraflarına takıp takıştıran, yakıp yakıştıran bir şiir olarak görüyorum şiirimi. Kızılderililerin atlarına “güzel insan” demelerini şiirsel dünyama çok yakın buluyorum örneğin. Sözcük seçimi yahut dil meselesi değil, oradaki kavrayış sezgi karışımı hissiyat. Özellikle Lady Papa’daki şiirlerimde, içimde bir yerde ezelden beri var olan o şiir öncesi şiirsel “jenerik varlığa” çok yaklaştığımı hissediyorum. Bu da sahiciliği ve özgürlüğü beraberinde getiriyor. O varlığın sabit bir yerde durduğunu da söyleyemem elbette. Şiirlerimin biçimsel ve tematik çeşitliliği de bununla ilgili sanırım.

 

Şair, şiir yazmadan önce de şairdir ama bunu bilmeyebilir.

Jenerik varlık derken kastettiğin tam olarak nedir biraz açar mısın?

Marx’ın insani öz olarak kullandığı kavramı şiire uyarladım aslında. İçimizde yaşayan, bizi şiir yazmaya sevk eden, iten, şiire karar veren, şiire ait olanı seçen, şiirsel bir öz ve gözümsü bir yapı, bir üreteç, bir ettirgen. Şair doğası da diyebiliriz. Şair, şiir yazmadan önce de şairdir ama bunu bilmeyebilir. Şairlik bir bilinç/bakış düzeyi ya da bozukluğu ise şiiri yazma edimi onun bir sonucudur. Adlandırmayla ilgili örnek vereyim mesela. Küçükken isimlerin, fiillerin, sıfatların adlarını değiştirdiğimi ya da sözcüklere yeni bir ad bulduğumu ve bu yeni adları, kulağa anlamsız gelecek cümlelerle sürekli tekrarladığımı, çoğu zaman da etrafımdaki insanlar tarafından garipsendiğimi hatırlıyorum. “Ablam sallanarak garip şeyler anlatıyor yine” derdi kardeşim. İleri-geri sallanarak ya da zıplayarak uyduruyordum o anda ne uyduruyorsam. Bana bunları yaptıranın o şiirsel jenerik varlık olduğunu düşünüyorum.

 

lady papa-100Az önce şiirlerinin biçimsel ve tematik çeşitliliğinden bahsettin. Ben de aynı görüşteyim. Şiirlerin kitapta arka arkaya okunduğunda renkli bir karnavalın tam merkezine fırlatılmışız duygusu geçiyor bana. Bir yanda uzun tahta bacak, diğer yanda ağzından ateş üfleyen hokkabazlar, sağa dönünce bando takımı sola dönünce kâğıt helvacılar, biraz ilerleyince üzgün bir palyaço, hemen geride paten kayan kızlar, yerde bir kenara bırakılmış tüplü bir televizyon, ekranında sonradan renklendirilmiş 1920’ler Tokyo’su… Dört bir yanda hareket ve yoğun bir devinim… Öte yandan karnavalların kendine has groteskliğiyle şiirin arasında bir analoji kurmak da mümkün gibi geliyor bana. Kendini tek bir temayla, tek bir biçimsel anlayışla sınırlandırmak istemeyen, aynı anda çok fazla şeyi gören ve kucaklamak isteyen zengin bir şiir… Kargo Kültü’den sonra Lady Papa’yı bu bağlamda daha da cesur, daha da iplerini koparmış bir kitap olarak konumluyorum. Sana farklı kapıları korkusuzca çalıp içeri girme cesaretini ve ilhamını veren kimler ya da neler? Yazar, şair, kitap, film, müzik… Aklına ne geliyorsa…

Teşekkür ederim, ne kadar güzel bir tasvir, onur duydum.

Ahmet Güntan’ın şiirgeldikelimedeboğuldu. isimli kitabında “bir yere yerleşip rahat yazmaya başladıysan bir sorun vardır” mealinde bir formülü var. Bu cümle bana bir çıkış ya da başlangıç dayanağı oluşturdu ve cesaret verdi. Ahmet Güntan’ın yazıp ürettiklerine bakarsak bahsettiğim formülü hayatileştirdiğini; şiirini konvansiyondan (her tür şiirin konvansiyonu oluşuyor, lirik şiir başta olmak üzere), klişe ezberlerden uzakta, bilindik sınırlamaların dışına taşarak, şiirinin evrimleşmesine ve canlı kalmasına izin vererek, korkusuzca ve özgürce yarattığını görüyoruz zaten. Bu bakımdan yazıları da şiirleri de perspektifimize zenginlik katıyor, okuyanlara ilham veriyor. Güntan’ın şiir evreninden kendi şiir evrenime daha çok kendim olmak isteyerek, kendiliğimi koruyarak açmaya çalıştığım kanal, senin de söylediğin gibi ipleri koparmama, zihnen serbestleşmeme ve akıntıya karşı kürek çekerken yolumda kaybolmadan ilerleyebilmeme yardımcı oldu. Kendim olurken de anlatacaklarımı herkesin ilgileneceği bir insanlık hikâyesi haline nasıl getirilebileceğim hakkında düşündüm. Bence şiirde her şeyi, her biçimde yazabiliriz. Asıl önemli olan soru yazdığımız şiiri “nasıl” nitelikli kılabileceğimiz sorusu. Bahsettiğim çıkış-başlangıç dayanağı dışında, bana cesaret ya da yazma motivasyonu veren başka kimler ya da neler oldu? Bolca absürt ve trajikomik materyali içinde barındıran, oldukça zengin bir içeriğe sahip olmasına rağmen sıradan addettiğimiz “günlük” hayat. Gözlemlediklerim, şahit olduklarım, başımdan geçenler… Lady Papa’nın oluştuğu dönemde tekrar okumalara doyamadığım Hüseyin Rahmi Gürpınar ve hayranlık uyandıran mizah dehası, “yalnızca dille fiyaka yapmaktansa insanca önemli bir şey söylemek” istediğini söyleyen James Wright, şiirlerini düşündüğümde zihnimde “damıtma”, “arıtma”, “yalınlık”, “çarpıcılık”, “minimal” ve “somut” sözcükleriyle karşılık bulan Robert Lax, yarattığı muazzam ironi ve grotesk karakterleriyle Flannery O’Connor, Henrik Ibsen’in ve Tennessee Williams’ın oyunları, Barbara Guest’in ilk dönem şiirleri, John Ashbery ve W. H. Auden’ın şiirlerindeki şiirsel olmayan dil, Ursula K. Le Guin’in Kadınlar Rüyalar Ejderhalar’ı, Dîvânu Lugâti’t-Türk, Divan-ı Hikmet, Dede Korkut Hikâyeleri, bana çok farklı bakış açıları kazandıran Yunus Emre’nin şiirleri, Nin Andrews, John Cage, Hannah Arendt, Jacques Ranciere, Niki de Saint Phalle, Man Ray, Silvia Federici, John Berger…

Sanırım bu şiirleri yazarken ilham aldığım, en sık dinlediğim tür Dark Wave – Post Punk ve antik enstrümanların modern enstrümanlarla harmanlanarak yaratıldığı etnik (Türk/Moğol/Viking/Nordik) müzikti. Şiir yazarken ya da yazmadan önce “throat singing” dinlemeyi severim. Altai Kai, Sainkho Namtchylak, Danheim…

Çoğunlukla izlediğim filmler de fütürizm, kübizm, dadaizm, soyut sanat, ekspresyonizm, sembolizm ve empresyonizm gibi akımların etkisini görebileceğimiz erken dönem sinemasının filmleriydi.

 

Ne realiteden kopmaya ne de kendimi avutmaya çalışıyorum. Sadece daha fazla görmeye ya da anlamaya ihtiyacım olduğunu biliyorum.

Hem Kargo Kültü’nde hem de Lady Papa’da ezoterizm ve simyacılıktan etkilendiğini hissettiren bazı şiir nüveleri göze çarpıyor. Ruhlar âlemiyle yakın temasta, hikmetli sözler söylemek isteyen, ama bunu yaparken de sarkastik bir yönelimle onu bozup dönüştüren, hakikati ya da hakikat olarak dikte edileni absürtleştiren, içini oyan bir şiir. Özellikle Lady Papa’daki “hakikiyat daneleri” şiirinde bu durum şiirin bütününe yayılarak daha da somutluk kazanıyor. Nereden geliyor bu ihtiyaç?

Bahsettiğim şiirsel jenerik varlığın duyduğu bir keşif merakı olabilir. Dinsel ve majik ritler, doğaüstü güçler, yüce varlık kavramı, din ve simya arasındaki benzerlikler ve ayrılıklar, bilinç dışı durumların yaşantımızdaki rolleri, mistisizm gibi fenomenler, birtakım ruhsal güçler… Bütün bu kavramların arkasında kalan inanç içeriğine her şeyi merak eden ve soran, art niyetsiz bir çocuk gözüyle bakmak ve o gözle inançların içeriğini kavramaya çalışmak… Bu serbest kavrayış çabası şiiri ararken duyduğumuz çabaya benziyor. Bazen bilimsel argümanlara, bazen de kişilere yanılma payı ya da ikilik/çelişki hakkı tanımaz gibi görünen ideolojik kuramlara yer yok bu çocuksu çabada. Daha fazla ontolojik olasılık ve yanılgı var. Jodorowsky’nin Kutsal Dağ ya da Polanski’nin Dokuzuncu Kapı filmlerini tekrar tekrar izlemekten keyif alıyorum örneğin. Niçin sıkılmıyorum? Her izleyişimde başka bir yanılgıya, başka bir bulguya, başka bir düşünceye ya da başka türlü bir bana ulaştığım için belki de. Ne realiteden kopmaya ne de kendimi avutmaya çalışıyorum. Sadece daha fazla görmeye ya da anlamaya ihtiyacım olduğunu biliyorum. İnançların, ezoterizmin ya da simyanın niteliğini, inanç hayatını etkileyen psiko-mental koşulları, bu hayatın düşünce, duygu ve akıl üzerindeki etkilerini, kutsal kişilerin, âlimlerin, büyücülerin, rahiplerin, ermişlerin bir toplumun geri kalan üyeleriyle geliştirdiği hiyerarşik ilişkileri…

 

magarakuslari_kapakŞiir yazmanın yanı sıra şiir çevirisi için de yoğun bir mesai harcıyorsun. Geçtiğimiz aylarda 160. Kilometre’den yayınlanan Ted Hudges’un Mağara Kuşları isimli kitabını çevirdin. Emily Dickinson çevirisine de halen devam ediyorsun. Ayrıca kurucularından olduğun Moero Şiir Fanzini başta olmak üzere başka mecralar için de pek çok şairden çevirdiğin tekil şiir çevirileri var. Çevirinin son derece zahmetli ve emek yoğun bir iş olduğunu düşündüğünü biliyorum. Bu gayrete seni iten ne?

Şiir çevirisi gerçekten büyük emek gerektiren, zaman alan bir uğraş. Yanı sıra okurların da şiir çevirisine ilgi ve merakı çok az. Tam deli işi bu noktadan bakarsak. Dille cebelleşmek, sözcüklerle boğuşmak, bir yandan şiirin orijinaline sadık kalmaya çalışırken bir yandan da ana dilimde “yeni bir şiir” ortaya çıkarmak öğretici ve keyifli. Sevdiğim, bir şekilde etkilendiğim ya da bağ kurduğum şiirleri çevirdim şimdiye dek. Şiirini çevirdiğim şairin dünyasına girmeye çalışıyorum, ondan ya da şiirinden öğreneceklerim motive ediyor beni. Çeviri şiir de ana dilimizde yazılmış şiir kadar anlam katabilir dünyamıza, duygudaşlık edebilir bize. Bazen daha fazlasını da sunabilir.

 

Varlık dergisi, Ocak 2022.

 

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr