çene.   

 

x O kadar endişeliyim ki, birazdan tavan çökecek, aç bir kaplan camı kırarak pencereden içeri girecek, hatta daha da kötüsü birazdan “onlar” gelecek, eksik bıraktığım resmî bir evrak yüzünden bana kelepçeyi takacak, toplum beni yutacak. Niye yutmuyor? Bir an önce yutsun. Beni niye böyle bekletiyor? Sonra birden sanki biri beni dürttü, endişeyi sanki bir de gözümle görmek istedim, düşüncelerimin beni kör eden hapsinden kurtulmaya çalışarak içinde bulunduğum odaya baktım, bu kadar derinden hissettiğim endişeyi aradım, odada “endişe” yok— odada endişenin izi yok, ben dahil her şey saatlerdir kımıldamadan yerli yerinde duruyor. Wittgenstein söylemişti— ( “‘Tanımak’ sözcüğünü ne kadar yerinde kullandığımızı düşün. Odamdaki ev eşyasını tanırım, her gün gördüğüm arkadaşımı tanırım. Ama hiçbir ‘tanıma eylemi’ meydana gelmez” ) Endişe eylemi diye bir eylem var mı? Endişe bir eylem mi? Belki biraz terleme, kalp atışının hızlanması, yüzü al basması, tehdit algısını nöronlar üstünde bütün sinir sistemine hızla taşıyan kimyasal taşıyıcılar, adrenalin— ama bunlar eylem değil. Odadaki eşyalar yerli yerinde o kadar sakin duruyor, ben o kadar uzun zamandır oturduğum yerde hareketsiz oturuyorum ki karşı apartmandan biri beni gözlüyor olsa “Ne sakin adam, kaç saattir koltuğunda sakince eylemsiz oturuyor” diye düşünür. Dur bir dakika… Bunları böyle dile getiren de kim? Odadaki endişeli adama— kendime dış bir gözle bakıp bunları düşünebildiğime göre şu anda yaşadığım endişeyi seyreden başka biri daha var bende. Az önce beni dürten— işte o her kimse, sakın onu kaybetme, gitgide seni daha çok korkutacak olan bu yeni yüzyılda o çözümleyici göz sana çok yardım edecek, onun sayesinde şu an “Odada henüz endişeyi tetikleyecek hiçbir şey yok, duyuyor musun beni Endişeli— sakin olalım” diyebiliyorsun. SAKİN OLALIM, ÇÜNKÜ BU YÜZYIL DAHA YENİ BAŞLADI— YOL DAHA UZUN. Önce kendine bir sor : Sen neden 7/24 açıksın, neden dükkânı bir türlü kapatamıyorsun, neden sürekli müsaitsin— hatta sen bence bu müsaitliğe gönüllüsün. Şu an bu insansız odada bile müsaitsin. Odada kimse yok ama herkes burada. Herkesi duyuyorsun, duymakla kalmıyor her duyduğunu yerli yerine yerleştirmeden rahat etmiyorsun. Eski tarz telefon operatörleri gibi gelen her veriyi bir bağlantı kablosuyla önündeki santralde bulunan o verinin özel soketine bağlıyorsun. O oraya, bu buraya. Sürekli bu bağlantılarla meşgulsün. Bir veri çöplüğüsün. Uykuların bu birbirine bağlama uğraşının çöplerini artık temizleyemiyor— uykuların da bozuldu. Müsaitlik geçen yüzyılda sana temel düşünce olarak öğretilen her şeyi yiyip bitiriyor. Şu meşhur “Kendini bil” mesela— cennetten gelen ilke. Hadi sıkıysa bil bakalım kendini, önce kendini bir yakala da bilmek kolay. Sürekli müsaitsin— karada denizde havada dağda ovada sabah akşam müsaitsin. 21. yüzyıl bu— kaçman imkânsız. “Ben duymak istemiyorum” diyemeyeceğin kadar mecburi bir müsaitlik konumunda her şeyi duyuyorsun— endişenin kaynağı bu. Birey değilsin artık, birey denen şey birey yüzyılı olacağını iddia eden 21. yüzyılın en başında öldü, Veri Çöplüğünün Zombisi— busun sen. Oturduğun yerden her şeyi kamus gibi taşıman sana bir nimet olarak sunuldu ama o nimetin bayramı çabuk bitti— senin endişe duymaman mümkün mü? GEÇEN GÜN BİNDİĞİN TRAMVAYDA HERKES NASIL DA SANKİ EVİNDE— KENDİ ODASINDAYMIŞ GİBİ TELEFONDA YÜKSEK SESLE KONUŞUYORDU. Kimi iş konuşması yapıyordu— Siz o fiyat teklifini önce bana gönderin. Kimi dedikodu yapıyordu— Ama ben ailemi bunların hepsine karşı korumak zorundayım. Kimi akşama ne yiyeceğini söylüyordu— Sen akşamüstü o köfteleri buzluktan çıkar, unutma sakın. Kimi eşiyle kavga ediyordu— Bak gelirsem o ayakkabılarını pencereden dışarı atarım. Bu konuşmalara dışarıdan gelen, yol boyu art arda kesilmeden birbirine eklenen kuvvetli matkap sesleri eşlik ediyordu— toplum konuşuyor, bitmeyen bir inşaatın içindesin, bu rabarbadan kaçışın yok. DOSTUM GALAKSİ BU RABARBANIN İÇİNDE KENDİNE AHLAKİ İLKELER ARIYORDU. Galaksi kırk yaşında. Bir ara Seneca yardım etti ona, Seneca sakinleştiriyordu onu. Bilgeliğin sonunda galip geleceği düşüncesi sabahları ona güç veriyor ama gün ilerleyip kalabalığa karışınca sabah bulduğu güç ayaklarından yere topraklanarak sönümleniyordu. Galaksi de hepimiz gibi hâlâ o meşhur büyük değerlerimizin izinde. Bireyin kendine yolculuğu… İnsanın kendi bugününe el koyması, kendi rüzgârıyla yelkenleri şişirmesi… Odisseus… İnsan iradesinin yarınları inşa etmesi…— geçen yüzyıldan aklımızda kalan bir sürü ülkü. Dün bana Montaigne ile ilgili bir paragraf gönderdi. Montaigne emekliliğinde, Bordeaux sokaklarında dolaşırken üzerinde Que sais-je? ( “Ben ne bilirim?” ) yazan, kalay kurşun alaşımı bir madalyon takarmış. Ne güzel hayal değil mi, 38 yaşında her şeyden elini eteğini çekiyorsun, büyük malikânenin kulesine 1000 kitaplık bir kütüphane kuruyorsun, Galaksi’ye bugün bile ilham veren büyük soruyu soruyorsun : “Ben ne bilirim?” Bugün hangimiz elini ayağını böylesine çekebilir? Artık hangi kuleye çekilirsek çekilelim müsaitliğe hapsolduk, o kadar hızla çalışan bir “ne olup bittiğini anlatma ağı” içinde yaşıyoruz ki… Hadi diyelim ki her sokakta üstüne gelen onlarca insandan kurtulup dağda çekilebileceğin insansız bir mağara buldun, o mağarada bile yine müsaitsin, artık kimse meczuplaşmadan çekilemez— geldiğimiz bu noktadan bir geri dönüş imkânını ise ben göremiyorum. BU KALABALIĞI YARARAK İTHAKA’YA VARAMAZSIN. Bir odada 5 kişiyken birey olmak başka bir serüven, aynı odada 500 kişiyken birey olmak başka bir serüven. Bir odada 5 kişiyken “Dil varlığın evidir” diye düşünmek kolay, aynı odada 500 kişiyken bırak Varlık’ı, o odada Dil’i bulabilir misin acaba? Bir odada 5 kişiyken eşitlik olağanüstü güzel bir şeydir, aynı odada 500 kişiyken eşitlik bir arızadır. Bir odada 5 kişiyken “radikal nihilizm [ übermensch ( Nietzsche ) ]” heyecan vericidir, aynı odada 500 kişiyken o oda artık bir arena haline gelir. Bir odada 5 kişiyken pencereden görünen manzara başka bir ruh halidir, aynı odada 500 kişiyken o manzara başka bir ruh halidir. Size de sık sık bu duygu geliyor mu : bazen birden sanki ( bir kimyasal reaksiyon sonucu ) içimdeki malzemenin varlık seviyesi düşüyor, birden derin bir yoksunluk üzüntüsü hissediyorum— artık asla bir birey olamayacaksın— artık asla bir birey olamayacaksın— İthaka’ya varamayacaksın, Kavafis’in dediği o “serüven dolu, bilgi dolu” uzun yolculuğu yapamayacaksın. GALAKSİ’YE ŞU CEVABI YAZDIM: “Dünya nüfusunun 500 milyon, Bordeaux’nun 80 bin kişi olduğu bir dünya Montaigne’in dünyası.” Bize yol gösterdiğine inandığımız “sağlam insan iradesi üzerine kurulu içselleştirilmiş bir ahlak” belki 1960’ların 2,5 milyar nüfuslu dünyasında hâlâ bize güçle yön veriyor olabilirdi ama bugünün 8 milyar nüfuslu dünyasında “irade” ne demek— bunu hiç düşündün mü? Günümüzde bana Zerdüşt’ün çekildiği yücelik dağını gülmeden anlatabilir misin? Montaigne de gönlünce yazabilmek için çekildiği yeri “Kimsenin el uzatamayacağı, söz edemeyeceği yabancı bir memlekette oturuyorum” diye tanımlıyor [ Denemeler, TİB Kültür, 9. sayfa ] Bugün bunu gerçekten inanarak ancak kendini aldatmayı becerebilen bir meczup söyleyebilir. Daha önce 5 kişi yaşadığın odada şimdi 500 kişiyken insan birden bir başka mevki ihtiyacı duyabilir— bir metaverse. Metaverse-öncesi bir dünyanın sahiciliğine övgüler düzecek değilim, o sahte bir cennet arayışı olur, bu halinle o cennete geri dönemezsin. Metaverse varsayımsal diyorsun, bu kalabalık dünyada ideallerimiz ne kadar varsayımsal kaldıysa metaverse de o kadar varsayımsal— daha fazla değil. Nüfus beni engelliyor, nelerden mi engelliyor— bunu da maalesef artık bilemiyorum, bilme imkânım olmayan bir şeyden engelleniyorum, bu duyguyu “kimsenin el uzatamayacağı” bir kulede 1000 kitapla tek başıma kalsam da hissediyorum, tamlığa ihtiyacım hiç bitmediği için de her zaman her şeye müsaitim, etrafımda müsaitlik sorununu aşmış birini de göremiyorum— “eksik olan” her zaman müsaittir. Oysa şu tanımın arkaik güzelliğine bakın : “Kendine özgü nitelikleri yitirmeden bölünemeyen tek varlık”— birey… GELELİM TOLSTOY’A. Şlüpik [ shlupik ] — güzel, kaygan bir sözcük. Anna Karenina’da 7. bölümünün 8. kısmında Levin’e kayınpederinin anlattığı bir kavram. Prens üyesi olduğu kulüpte varlığı sanki artık orada doğmuşcasına kanıksanan— daima mevcut olan üyelerine verilen isim olarak tanıtıyor Şlüpik sözcüğünü. Paskalya’da oynanan yumurta yuvarlama oyununda yerde uzun bir süre yuvarlanan yumurta Şlüpik oluyor. Bu oyundan ilhamla, kulübe uzun süre gelip giden, oradaki varlığı kanıksanmış aşina yüzlere, tazeliğini kaybetmiş gediklilere Şlüpik diyorlar. Şlüpiklerden miyim?— değilim. Sana bu kalabalığın içinde nasıl kenara sıkıştığımı anlattım, umutsuzluğun Everest’indeyim. Şlüpik olmaktan yazarak kurtuluyorum, yazarak kendimi oyun dışı bırakıyorum. 5 kişilik bir odada yazmanın başka bir anlamı vardı, ona “edebiyat” deniyordu. Şimdi aynı odada 500 kişi varken yazmanın anlamı başka. 5 kişilik bir odada başka bir anlam arıyorduk, aynı odada 500 kişi varken aradığımız anlam başka. Ben herkesin 7/24 müsait olduğu bu taşkın kalabalıkta muhatap olacağı 5 kişiyi yazarak arayan gergin bir adamım. 20. yüzyıldan gelen kavramlar bana yardım etmiyor, toplum yüceliğini, inanç kutsallığını kaybetti. Levin “[B]ir gün, Schopenhauer’i okurken irade sözcüğünün yerine sevgi sözcüğünü koydu. Bu yeni felsefe […] iki gün oyaladı Levin’i. Ama daha sonra bu felsefeye yaşamın içinden bakınca, o da yıkılıp gitti. Onun da insanı ısıtmayan, muslin gibi bir giysi olduğu anlaşıldı.” [ Anna Karenina, İletişim, 980. sayfa ] İki gün yine de iki koca gündür, şlüpikleşmemek için hâlâ elimde olanlarla oyalanmam lazım. İradeyi kaldır, sevgiyi koy : “İradeyi, beden olarak doğrudan yaşarız” yerine “Sevgiyi, beden olarak doğrudan yaşarız”. Artık her şeyi ikiye ayırıyorum : sevdiklerim-sevmediklerim— okuyabildiklerim-okuyamadıklarım, seyredebildiklerim-seyredemediklerim, dinleyebildiklerim-dinleyemediklerim. Kimyaya geri dönüş, redoks [ bir atom veya molekülden ötekine bir veya daha çok elektronun geçişi ] var mı yok mu— bu kadar basit.

 

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr