çene. anlık notlar, anlık iletiler.

 

x bütün yaz, denize gidip gelirken, kullandığım arabayı yola yayılmış malzemeler yüzünden yavaşlatmak zorunda kaldığım o inşaatın önünde, benim geçişimi fark ettiğini hissettirmek için elindeki küreği bırakıp gözlerimin içine bakan uzun boylu, esmer, yakışıklı işçinin sunduğu, hiç yaşamadığım türden bir aşkın imkânını hayal etmekle geçti. bir şartla! her şeyi geride bırakıp onun dünyasına koşulsuz teslim olacaktım. uyum yeteneğimi sonuna kadar zorlayarak kullanacak, zaten sıkıldığım mevcut dünyama sırtımı dönecek, onun dünyasında kaybolarak bu yakışıklı adamın bana sunduğu mutluluğu bir ütopyanın gerçekleşmesi gibi yaşayacaktım. bir şartla! o, bunun gerçekleşmesini benden daha fazla, hatta her şeyden daha fazla isteyecekti. işte ancak o zaman, onun bana sunduğu, benim de eksiksiz uyum gösterdiğim bu yeni dünya, hiç bilmediğim, bu güne kadar yaşadığım aşklardan başka bir aşk türü olacaktı. o benim dünyama değil, ben onun dünyasına girecektim. arzunun ikimiz için de sınıfsal bütün tehlikeleri kaldırdığı bir dünyada, onun hayatı bütünlüğü bozulmadan beni içerecek, benim hayatım terk ettiğim şeyleri bir daha hatırlatmayacak kadar beni bütünlükle sarıp sarmalayacaktı. sonra yaz bitti. ben döndüm. gelecek yaz yine o yoldan geçtiğimde inşaat da bitmiş olur. iki insanın gözü arzuyla birleştiğinde ortaya çıkan mutluluk anlatısı, oradan her geçişimde bana yaz güneşinden daha göz kamaştırıcı bir parlaklığa açılan kapısını aralamaya devam eder.

 

x eğer zahmet edip anlatırsan seni anlayacağımı biliyorsun, çünkü daha önce, saklandığın yuvandan gerçekten çıkıp benimle ilgilenmeye ( bana anlatmak istediğin şeyi gerçekten anlatmaya ) tenezzül ettiğinde, anlattıklarını anladığımı gördün. bazen anlatmadığın şeyin de ne anlama geldiğini anladığım oluyor, ama veri olmadan kendini ortaya koyan anlam, anlatılmaya değer bulunan ama anlatılmadan zihinde duran şeyin pek aynısı olmuyor, biliyorsun anlam kayabilen bir şey. o zaman seni anlamıyorum diye bana kızma. veriye dayanmayan bu tür anlamları 20. yüzyıl şairleri çok severdi. sen bir şey anlatmadığında ortaya çıkan anlamın ( ki biliyorsun anlam her zaman bir yolunu bulup ortaya çıkar ), senin değil daha çok benim ruh dünyam ile ilgili olması benim bencil olduğumu göstermiyor. hayatım boyunca iyi bir insan olmak için çaba gösterdim. anlattığı zaman anladığım, kalbini elimde tutup ellediğim insanların şahitliğine başvurabilirsin, var o insanlar. bir noktadan sonra ben de herkes gibi bir tür körlüğe sahibimdir, ama bu bencilliğimden, sağırlığımdan, ilgisizliğimden değil. bir tek şeyden eminim, çok sevilmek için her zaman orada oldum, hazır oldum, mevcut oldum. daha ilerisi ( yani tamamen senin orada bulunarak varoluşum ), benim yok oluşum olur, bunu benden isteme. ben senden bunu istemiyorum. anlamanı istediğim şeyi cebimden çıkarıp önüne koyabilme gayretini gösteriyorum. dil dedikleri aslında budur bence. birbirimizin önüne anlaşılmak saikiyle koyduğumuz şeylere ben dil diyorum, içinde her şey var, nesneler var, duygular var, bir sürü somut şey var, hepsinin toplamından bahsediyorum. anlatılmayı bekleyen her şey dilin içindedir, yoksa tek başına kelimeler niye insanın yuvası olsun… bence anlamlandırmak için geldik, nesne kullanımı diyor freud, bu bozuldu mu patoloji başlıyor. dilin büyüsü dediklerinde ( ben hiçbir büyü görmüyorum ama ) ben bunu anlıyorum. anlamı başka kimsenin dolaştırmadığı yere götürüp gezdirenleri seviyoruz, diğerlerini sıkıcı buluyoruz. merhaba de bana, oradan başlayalım. onu demiyorsan, kusura bakma ama o zaman sağır olan sen oluyorsun. kimse dili kullanmıyorsa ona sağırlar dövüşü deniyor 21. yüzyılda.

 

x bütün insan mitiyle büyümüş biri olarak, haliyle, yazdığım bir şey ne kadar rasyonelse, iddialar arasındaki bağlar ne kadar iyi kurulmuşsa o kadar iyi bir şey yazdığımı düşünüyorum. ama üstünden zaman geçince, tekrar okuduğumda ben ne yazmışım böyle diye yüzüme al basmasına yol açan metinler de hep onlar oluyor. ateşli hastalıktaymış gibi yazdıklarım, ben dahil, bütün okuyanlara zaman içinde daha anlamlı geliyor. irrasyonelitede daha yalansız bir ben ortaya çıkıyor. felsefeci değilim, rasyonaliteye mecbur değilim, neciyim, onu tam olarak bilmiyorum ama genel olarak anlatmak için yazdığım kesin. bir regresyon halindeyim sürekli, bir iyileşme isteği… bu regresyonun içinde yaşıyorum on beş yaşımdan beri. başıma gelen bütün iyi şeyler bununla bağlantılı geldi, bütün kötü şeyler de, hatta daha çok kötü şeyler… zaman zaman bunun dışına çıkıp hakim olmak için yazdığım oluyor, anlatmaktan çok doğruyu duvara çakmak için yazdıklarım. doğrular ise değişiyor, bu yaşa geldiğinde en iyi anladığın şey bu oluyor, doğruların değişmesi… değişince de daha önce söylediklerinin yeni duruma göre bir muhasebesi şart oluyor, öyle öyle deyim yerindeyse giderek bir köşeyazarılaşma başlıyor, ben öyle demiştim ama bugün bu şartlarda vb… edebiyat ülkesinden sürgünlük bence bu. duvara çivi çakmak tanımadığın bir sürü düşman getiriyor, regresyon hali ise dost kaybı. dost kaybı, düşman kazanmaktan daha zor. ama yalnızlıktan korkmadığın yaşlar gelince insan buna alışıyor. yazarım, sonra mutfağa girer pırasamı yaparım. benim yaşlılık düsturum bu. alnıma bir dövme yaptırsam kararsızım yazdırırdım. karar vermeden de çekip gideceğim. her konuda… neysem oyum, bunun için ormandaki tüfekli avcılardan özür dileyecek değilim.

 

x C1, yaşadığı yıllarda yazdıkları okur bulamamış yazarlardandı, ama yazdı durdu. öldükten sonra uzun yıllar pek anılmadı. C2, onun hakkının yendiğini düşünerek hakkı yendi diye bir yazı yazdı. yazı az da olsa okundu, ama C1, C2’nin istediği kadar gündeme taşınamadı. yine bir zaman geçti, C3, bu sefer daha kapsamlı bir yazıyla C1’i andı, C2 de onu anmıştı ama C2’nin bu çabasının hakkı yendi dedi. C3’ün yazısı da istenilen etkiyi yaratmadı, hatta C2, C1’i elinden aldığı korkusuyla C3’e için için sinir oldu. C1 artık ara sıra ortaya çıkan titiz hak arayıcılarının yazarı olarak kaldı. hak yenmesi iddiaları böyle bir silsiledir. çok sevilen bir temadır. ben uzun yıllar sessizlik içinde yaşadım, ama hakkımın yendiğini hiç düşünmedim, kabul edilmediğimi düşündüm, reddedildiğimi düşündüm, ama engellendiğimi, hakkımın yendiğini hiç düşünmedim. engellendiği, dolayısıyla hakkının yendiği sabit olan bir vaka aranıyorsa, o nâzım hikmet’tir. yazdığın basılıyorsa, seni kabul etmeyenlere hakkımı yiyorlar demek, yazdığın metnin dışladığı güçlerin seni dışlamamasını talep etmektir, bu da abestir. yazmaya devam et, yazarken kalkıyorsa her şey yolunda gidiyor demektir.

 

x ondan kop, bu kopuşun gerekli olduğundan zerre kadar şüphen olmasın. meşhur troyka ile karşı karşıyasın yine: önce yere göğe koyamama, sonra değer düşürümü, sonra ıskarta. değerini artık yitirmiş olduğun yüzüne söylendiğinden bu yana henüz on saat geçti, kendini şu an kabahatli hissetmen normal. bu söylenenleri hakikaten hak etmiş olabilir miyim diye düşünüyorsun. olabilirsin tabii, insan her zaman kendini göremez. sahnesi her türlü kaba gösteriye açık olan bu yakınlıkta, şu an, öfke hariç herhangi bir duygunun varlığını hissedebiliyor musun peki? hayır… yalnız onda değil, sende de bir duygu algılamak şu an imkânsız. suçlamalar karşısında, sende pek alışık olmadığımız bir kayıtsızlıkla katısın, soğuksun, hevessizsin. kim ne düşünürse düşünsün senin buna ( başkalarının olumsuz kanaatine ) bu kadar kolay razı olduğunu ilk defa görüyorum. şunu sana hatırlatmak benim görevim: bil ki sana kabahat diye sıralananlar şeyler, eğer onları taşıyan ( öfke dışında ) bir duygu yoksa, o kabahat listesini sana bildiren için şu an olmazsa olmaz bir düzeneğin parçaları demektir, düzenek işe yaradığı müddetçe parçalarını değiştiremezsin, hiçbir argümanı yerinden kıpırdatamazsın, onlar yerinde gerekli. eğer bu kabahatlerin taşıyıcısı ( öfke dışında ) herhangi bir duygu olsaydı, söylenenlerin yer değiştirmesi kolaydı. ne güzeldir sıcak duygular, aniden gelir, her şeyi temelden değiştirir. öyleyse sana art arda sıralanan kabahatleri kabul et gitsin. ah içtenlik olsaydı her şey yoluna girerdi diye bir ses duydum. sesler… ha ha… hepsine inanma. içtenliğin bir sorgulama yöntemi olarak kullanıldığı oluyor, gördün işte, zayıfsın, içtenlik karşısında hemen çözülüp her şeyi kolayca anlatıyorsun. her şey anlatılmaz, birazının anlatılmadan kalması şart. salinger’ın oğlunu duydun, salinger talepçiler ( wanters ) dermiş. iyi bildiğin şeyler bunlar, talep meselesini çözemezsin, kop ondan, korkma.

 

x duygusallığa ancak fonda çalan eşlik edici bir müzik olarak katlanabilen bir toplumuz. bangır bangır bağırarak adresim aynı diye kendini aşağılayarak yücelten kahır mektupları’nı duygusallıktan saymıyorum. onlar bana göre duyguları saklamak için üstüne örtülen kalın örtüler. peki niye adresin aynı? niye kıpırdamayı, adresini değiştirmeyi seçmiyorsun? bunları sorabilseydin, alacağın cevaplar duygular olacaktı. beethoven’in diabelli varyasyonları’nı dinlerken onu bir fon müziği olarak alamazsın, o varyasyonlar birer anlatıdır, vakit ayırman gerekir. beethoven’in duyguların serbestçe ifade edilmesinde hizmeti büyüktür. babaerkil düzenin karşısında ezilen biz erkekleri ne olursa olsun memelerine bastırıp tedavi eden anne, bizleri kıpırtısız birer anadolu hamuru haline getiriyor. duyguları çözümlemek ( eylem ) yerine topluma yüksek sesle kahır mektupları göndermeyi, ırazca’nın memeleri arasında geçirdiğimiz o cennet saatlerde mi öğreniyoruz? yoksunluk güzellemesi aslında pederşahiye teslim olmaktır. duygularımızı, daha henüz bir anlatıya kavuşmadan, kara bir kutudan geçirerek kahır mektupları’na dönüştürüyoruz. bence türk edebiyatının en başarılı karakterlerinden biri ırazca’dır. derin anadolu’nun ırazca’sını anlarsak, anadolu kadınının iyi niyetli / altın kalpli katılığının, süt veren kabile koruyuculuğunun nasıl anadolu hamurları imal ettiğini, dolayısıyla tedavisi şimdilik mümkün görünmeyen anadolu narsisizmi’ni de anlarız.

 

x cahil cahil konuşma, her şey öyle göründüğü gibi değil. bir yazar için en bela şey her gece kral olma isteğidir. dün gece kraldın, bu gece hiçbir şey değilsin, dün gece sahnedeydin, bu gece ıssızlığın sesini dinliyorsun, ne zor değil mi, dayan dayanabilirsen. bahçedeki kedi, asmanın yaprakları arasındaki böcekleri gözlüyor. o dün gece de kral değildi, bu gece de kral değil. insan değil ki sosyal medyada her gece sahne alma imkânı olsun. kimliğinden sürgün diye bir söz var, ben de diyorum ki bir de kimliğinde sürgün olmak var. bazen, canım sıkıldığında, kendimi dağ başındaki ( mecazi ) melvillesk kulübemde, gündüzki uzun varoluşumun nihayetinde, sarı oda lambasının altında bir yıldırım çarpmasını beklerken buluyorum. şehirde olan biten çok şeyi kaçırdığımı düşündüğüm bu kaygılı anlarda, fişimi şiirle edebiyatla ilgilenen diğer insanlara bağlamak için ben de tüvitırda seyirci olarak bir tur atıyorum. bir de ne göreyim, sair zamanda o koca kitapları yazan, o büyük direniş davranış felsefelerini önümüze koyan yazarların, akşamın kralı olma saati gelince meğer kendilerine bir faydası yokmuş. Ç1, ruhsuzlar âlemi’nde yaşamaya alışmıştı. tıpkı platon’un mağarasındaki zincirli insanlar gibi, kendi dahil hiç kimsenin itiraf edemediği, ama insan olmanın yol açtığı birtakım ruhsal bağlılıkların onu zincirlediği yerde, gününün en azından bir bölümünü, zekâsı toplum ortalamasının biraz üstünde olan buldumcuklular’ın dansını seyrederek geçirmeye mecburdu, en ayrıcalıklı olanların ( yani zekası toplum ortalamasının biraz üstünde olanlardan daha yukarıda olanların ) bile bundan kaçış imkânı yoktu, herkesin kültürel iktidar diye tanımladığı şey çoktandır buldumcuklular’ın elindeydi.

 

x üniversiteden yeni mezun olmuştum, güya babama yardımcı olmak için, ama aslında önümde beni bekleyen büyük başlangıç hakkında kendime soru sormayı ertelemek için onun yumurtacı dükkânına gidip geliyordum. o kış new yorker’da bir karikatür görmüştüm. köprü altında yaşayan iki evsiz hippiden biri diğerine dün gece felaket bir kâbus gördüm diyordu, ikinci ne gördün diye sorunca birinci cevap veriyordu: biri bana iş teklif etti benim de durumum aşağı yukarı buydu. yumurtalar kamyonlardan dükkâna indirilir ya da dükkândan kamyonlara yüklenir, sonra fiziksel yorgunluğun getirdiği, dinlenmeyi sorgusuz sualsiz kendine en büyük hak gören ruh hali vücuduma hâkim olurdu. ne güzel, dünyaya bütün borcumu ödemiş olarak radyomu alır, dükkânın önünde, üstüme güneş vuran bir yerde, sırtımı duvara vererek otururdum. radyoyu kulağıma dayayarak müzik dinler, önümden geçen insanları seyrederdim. hatta bir gün önümden kadife ceketiyle incecik ilhan berk geçmişti. bir gün de yaşlı bir adam bana bakıp geçti, sonra kim bilir, kendi yüküyle karşılaştırınca o gamsız halime ne kadar içerlemiş olacak ki geri dönüp ( güneşin altında radyo dinleyen çocuğa ) bugün burada böyle oturuyorsun ama bu böyle devam etmeyecek bunu bil dedi. adamın bu dediklerini, beni bekleyen o büyük başlangıçtan gönderilmiş bir bildiri olarak görmüştüm. eninde sonunda büyüklerin dünyasına girecektim, orada ne yapacağımı bilmiyordum. korkum büyüktü. ben de yirmi yaşında oldum, yirmili yaşların hayatın en güzel çağı olduğunu ileri sürenlerin alnını karışlarım, paul nizan’ın peygamberce saptaması. bir gün dükkâna ( büyüklerin dünyasını temsilen ) bir tüccar geldi. dükkânda ne kadar yumurta varsa satın aldı. kısa boyluydu, biçimsizdi, yüzü çiçek bozuğuydu, burnu sanki bir hastalıktan dolayı vücudunun diğer yerlerine göre daha fazla büyümüştü, vücudunu tamamen geride bırakmış bir hali vardı, nasılsa hayatta kimse o vücudu istemeyecekti, berbat bir takım elbiseyi sanki elinde ne varsa onunla kendini örtmüş gibi kaygısızca giymişti, çirkindi, şişmandı, sıçsa bir seferde sanki beş kilo birden sıçardı, davranışları kabaydı, sanki biz orada yoktuk, sanki dükkânın içinde istiflenmiş yumurtalarla beraber yalnızdı, beraber geldiği adamlarına sanki eğittiği hayvanlarmış gibi davranıyordu, kendi kendini yaratmıştı, gerisi boştu, parayı nakit olarak cebinden çıkardığı tomardan ödedi, yumurtaları alıp gittiğinde dükkân bomboş kaldı. eve dönerken babam arabada nen var oğlum diye sordu, ben de dünyada böyle insanlar olması moralimi bozuyor dedim. hiç sesini çıkarmadı. bu hikâyeciğin hemen beraberinde gelen ilk çağrışım, her zaman, o gün eve girdiğimizde annemin bizi hazır bekleyen sofrası, sobanın üstünde ağır ağır ısınarak çıtırlaşan ekmeğin kokusu oluyor. annelerin kapsayıcılığı bütün anılarımızı incelikle içine alıyor, bir kadının evde seni bekleyen rolü için yaptığı fedakârlığı onlara hiç kimse geri ödeyemiyor. o fedakârlığın hesabı her zaman açık kalıyor.

 

x temsil edilemeyen’in dönüşerek anlaşılır, alımlanabilir, paylaşılabilir yani simgeleştirilmiş bir biçime ( dile ) kavuşması karşısında bu denklemi ( yine dili kullanarak ) tersine çevirmek, böylece temsil edilemeyen’e ulaşmak, bizim modern şiirimizin çokça dile getirilen hedeflerinden biri olmuştur. bunu, son kullanma tarihi bir türlü gelmeyen bu hazır poetikayı hedefleyen şair, yazdığı şiirin çapına bakılmaksızın derhal sınıf atlar. temsil edilemeyen’in, modern şiirimiz buna çoğunlukla dizge-dışı diyor, toplumsal şekillenmemize getirdiği yarar ne olacaktır, bunu da henüz bize söyleyen olmadı. bu hedef, verili zekâmızı kullanarak, mevcut dili kırıp onun konvansiyonel kurallarından uzaklaşarak elde edilebilecek bir şey gibi algılanır. ne yapmak istiyorsun? – dili parçalayıp karşı tarafa geçmek istiyorum. hele simgeleştirme babadır – baba da iktidardır demeye gör, babanın yani iktidarın gücünü kırmaktan daha ulvi bir hedef var mıdır? psikanalizde temsil edilemeyen, anne odaklı okyanusvari ( freud ) bir kaynaşma olarak tarif ediliyor. simgeleştirme, bundan çıkış, düşünceye başlangıçtır. benim iddiam, bizim modern şiirimizin bu ezeli hedefi her zaman ( düşünceden kaçan ) dinsel bir füzyon arzusuna dayanmaktadır. gelelim beckett’e. beckett’in psikanalist bion’la yaşadığı deneyimden kaynaklanan buluşu, temsil edilmenin, simgeleştirmenin devamlı tekrar eden bir başarısızlık olduğudur. dilin nesneyi tam olarak örten kudreti… belki de beklenen ama gelmeyen godot budur, kim bilir… beckett’in bu keşfinin, bizim modern şiirimizin eline aldığı kalemle dili kırabileceği iddiasıyla bir yakınlığı elbette yoktur. beckett’in içe döndüğüm zaman oradan edebiyatın sesleri gelmiyor dediği de bence budur. temsil edilemeyen’in okyanusvari hazinesinin peşinde koşan modern şiirimizin, temsil edilemeyen’in ortaya çıkması için kullandığı en makbul alet ise, neredeyse kutsalımız sayılan imge’dir. simgeleştirilmiş olan’dan ( dil’den ) neyi çekip çıkaracağız ki temsil edilemeyen o aralıkta kendini bir gösterip tekrar karanlığına geri dönebilsin? şiiri bu kafa uzatıp kaybolan anların bir faaliyet alanı olarak görmek modern şiirimizin bir türünde egemen olan bir anlayıştır. şiir elbette tamamen bundan ibaret olamaz. simgeleştirilmiş alanın tümden lanetli olduğunu varsayarsak o zaman edebiyatı tamamen yok saymış oluruz. insan ne güzel bir varlıktır ki edebiyatı, felsefeyi, müziği, resmi yaratabilmiştir. bütün zayıflıklarına rağmen edebiyat toplumsal iyilik için mükemmel bir buluştur. anlamdan kaçamazsınız, ana karnına geri dönüşü dili kullanarak gerçekleştiremezsiniz, bu hepimizin insan olarak imkânsızlığıdır. bu imkânsızlığın hissedilişi bile simgeleştirilmenin içindedir. istediğin kadar dilin gücünü kır, vardığın yer yine bir zihinsel nesne’dir, her zihinsel nesne anlamı zenginleştirir. anlam, birbirimizin elinden tutmaktır, varoluşsal zayıflığımıza karşı yan yana durmaktır.

 

x ilhan [ berk ], memet fuat’ın ona yazdığı bazı can sıkıcı mektupları ileride herkese ibret olsun diye sakladığını, ama sonradan, yaşlılığında onları attığını [ yırtım attım anlıyor musun? ] söylemişti. selim ileri, yıllar önce, biriktirdiği mektupları yok ettiğini yazdığında ona gençliğimde yazdığım toy mektupların imha edilmesi, yalan yok, ( gençlik duygulanımlarım o zamanlar bana çok yabancı geldiği için ) beni rahatlatmıştı. bugün tam tersi, o rahatlama beni utandırıyor, selim ileri gibi büyük bir yazara 21 yaşında yazdığım mektupların nesinden utanabilirim ki… hayranlık duyma yeteneği olmayan insanlardan hep korkmuşumdur üstelik. attilâ [ ilhan ] ağbi tam tersini yaptı, buyrun bakın bakalım şunlara diyerek kendisine yazılan eski mektuplardan seçmeleri kitap yaptı. kitabın çıktığı yıllarda attilâ ağbiye neredeyse düşman olan yazarların eskiden ona nasıl beğeniyle bağlı olduklarının bilinmesini istedi, bir çeşit intikam. ben o kitaba kızanlardan değilim, bilgi bilgidir, dünyayı anlamak isteyene her tür bilgi gereklidir bence… bu tip ibret değeri olan mektupların saklanmasını ileride her şey benim lehime daha doğru anlaşılsın diye yaptığımız narsisistik yatırımlar olarak görüyorum. herkes narsisistik yatırım yapar, yanlış anlaşılmasın, narsisistik yatırım insanı doğrudan narsisist kılmaz. ama size yapılan bir haksızlık karşısında o an susmuşsanız, şimdiki bakışıma göre, bu bence yeterli bir yatırımdır. biri size bir haksızlık yaptı, siz cevap vermediniz, ama yazmaya / olmaya devam ettiniz, yıllar içinde o haksızlığa rağmen ortaya bir varoluş çıkardınız. sonra öldünüz, defterler açıldı, sizin cevabınız ortaya çıktı, bu bana artık fazla gelmeye başladı. bir günlüğüm vardı, günlüğe benzer bir şey, bana yapılan haksız saldırıların benim açımdan görünüşünü not ettiğim bir günlük. ölünce, bana saldıranların ikiyüzlülüğünü ortaya dökecek bilgiler tarih önünde ortaya çıkacaktı, bu artık bana fazla geldi, tarihin önü mönü yok, tamamen rastlantılar… o günlüğü sildim. o saldırıların bendeki olumsuz etkisinden yazmaya / olmaya devam ederek kurtulduğumu düşünüyorum. esas çarpışacak olan yazdıklarımız, bu esas çarpışmada yeniksem o zaman zaten neyin kavgasını veriyorum ki…

 

x murathan’ın [ mungan ] son şiir kitabı çağ geçitleri’ni okurken kendime sordum: murathan’ın şiiri hakkında [ haydar ergülen’in yazısı dışında ] neden uzun zamandır bir değerlendirme duymuyorsun? murathan’ın şiiri aynı zamanda yola çıkmış yaşıt şairler arasında okunma sorunu olmayan belki de tek şiir, gerçek anlamda çok okunan bir şair murathan. 80’ler bir taraftan ece ayhan’sa bir taraftan da murathan mungan’dı, sonlara doğru da lâle müldür, küçük iskender. acaba ondan mı, yani nasılsa okunuyor diye mi bir sessizlik oluyor, ya da çok okunmasına karşı bir tepki mi var? öyle ya şiir dünyamızda çok okunma dünyanın en büyük ayıbıdır. çok okunmak ile çok okunmak için yazmak arasında fark var. murathan’ın edebiyata ( resmen ) gömülmüş olarak yaşadığını, yazdıklarını çok okunsun diye değil ama kendi inandığı edebiyat tertibinden ayrılmamaya çalışarak yazdığını yakinen biliyorum. ben murathan’la aynı tertipten bir şair değilim, hatta çatışan tertiplerden olduğumuz söylenebilir, ama ikinci hayvan çıktığında etrafımda kendini konvansiyonel şiire karşı olarak konumlandıran herkese okumalarını tavsiye etmiştim, çoğumuzun yazdığından iyi bir şiir vardı o kitapta. çağ geçitleri de bence öyle bir kitap. murathan da dahil hepimiz şiirde başarı’yı aramayan bir anlayışın şairleriyiz, hatta kavram olarak tanımlamakta zorlanırız şiirde başarı’yı, ama sırf bu yüzden alımlanmada başarısızsa iyi şiirdir diye de bakamayız, bunu yapıyoruz, bu çapaçullaşmayı getirir, getirdi bile... susup oturmak sanki başlı başına bir içerik. susup oturan, susup oturma içeriği’yle fiilen yüksek bir ahlak çıtası koyuyor sanki. konuşun yahu, olmaz bir şey… şiire dışarıdan ahlaki kıstaslar koyarken dikkatli olalım, şiir konuşmaktır, susmak değildir… çilecilik hepimizin ortak mirası, kanımızda var, her alanda baskısını hissediyoruz. okunma başarısına verdiğimiz çileci tepki körlük yaratmasın. çağ geçitleri’nde 55. sayfadaki gölge lekesi şiirini kavafis yazsaydı beğeneceksek, murathan mungan yazınca da beğenelim.

 

x insanı her yönden ayrı bir kuvvetle etkileyen eserlerin karşısında duyduğumuz hayranlık bazen bizi o kadar ezer, o kadar küçültür ki bu küçülmeyi o eseri okuyuşumuzda ayrı bir sihir, bizi başkalarının aynı eseri okumasından ayıran önemli bir özellik varmış gibi davranmaya çalışarak azaltırız. okumanın temelinde aslında bu her zaman vardır, kimse o eseri sizin kadar anlayarak okumamıştır, bu gayetle doğrudur. iyi eser seni işte böyle en zayıf yerinden, dayanıklılığını aşarak yakalar. kimse senin capsini alıp sosyal medyaya koyduğun o alıntıyı fark etmemiştir, kimse pencereden giren güneş hüzmesi ile aydınlandığın o sihirli andaki gibi kafasını okuduğu sayfadan kaldırıp karşıdaki boş duvara senin gibi uzun uzun bakıp hayatın sırrını nihayet bu kitapla keşfetmemiştir.

 

x D1, önce dili bul, sonrası kolayca gelir diyen yazarlardandı, dili bulmuştu, o dille yazılarını yıllardır ilmek ilmek örüyordu. bunlar hiçbir bilgi almadan son satırına eriştiğin fikir yazılarıydı. yazılarını okurken, attığı ilmeklere, yazarın ilmek atma yeteneğine hayran kala kala ilerliyor, okuma bittiğinde adeta bir uyku durumundan uyanır gibi kendine gelerek ne okudum ben diye soruyordun. kendisine bir şey sorulduğunda, her şeyden haberdar olacağı geniş bir bilgi ağına sahip bir istihbarat şefi güveniyle sırtını arkasındaki duvara yaslar, dudağının bir ucu sımsıkı kapalı kalırken diğer ucunu dişleri görünecek şekilde hafifçe yukarı doğru bir konuşma balonu boyutunda açar, sanki üzülme, olmaz bir şey dercesine başını çok hafif geriye atarak acı acı sırıtır, öyle cevap verirdi. D2, D3, D4 D1’in ilmek atarak dokuduğu, okuyanı bir girdap gibi hipnozla körleştiren yazılarını o kadar çok beğendiler ki istihbarat şefleri karşısında alınacak en doğru davranışla dizlerini birbirlerine yaklaştırarak vücutlarını emre amade bir duruma getirdiler, ceket düğmelerini saygıyla iliklediler. ne de olsa düşüncenin az bulunduğu bir ortamda yaşıyorduk, D1 de düşünen birisiydi, huysuzluğun âlemi yoktu. Ç1, bulunduğu yerden bütün bu jestler mimikler tiyatrosunu seyrediyordu. Ç2, Ç1’in yanına geldi, vazgeçsek mi artık diye sordu. Ç1 döndü, Ç2’ye bakarak neden vazgeçsek mi diye cevap verdi. Ç2, direnmekten dedi. Ç1 yine anlamamıştı, neye direnmekten dedi. inatlaşmaktan vazgeçsek dedi Ç2. biz de D1’e teslim olsak mı acaba diye ekledi. hayır dedi Ç1, biz paralel evrendeyiz, biz şu an onları görüyoruz ama onlar bizi görmüyor. bu durumda niye bizi ayıran görünmez perdenin o tarafındaymışız gibi davranalım ki tam o sırada D2, D3, D4 bir panelde sırayla D1’in önemini anlatmaya başlamışlardı. Ç1, Ç2’ye en arka sırada iki tane boş koltuk gösterdi, gidip koltuklara oturdular. en ön sırada oturan D1, bir ara dönüp salona baktı, kendi kendine iyi dedi, en arkadaki iki boş koltuk hariç salon bugün de tıklım tıklım dolu.

 

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr