Orhon Yazıtları (1998?)

 

Engelin ortadan kalktığı olur. Kişi hiç beklemediği anda bir bakar ki engel kendi kendine ortadan kalkmaktadır, görür. Dışarıdan bir müdahale gelmediğine göre, kişinin içinde bir güç çalışmış demektir.

Kişinin bilinçli ama eğreti çabalarının yanında, “bir güç” sürekli acı çekmekte ve sürekli emek vermektedir, engel kalkınca kişi onu sezer: bir erginleme gibi. Kendindedir ama tıpkı meyvanın çekirdeğe benzememesi gibi, onu anlayamaz. Yaptığı değil yapıldığıdır, olan. Dışını kavrayan bir iç. Yani devinim, dönüşüm, yolculuk. Kendisine nasıl içkin olduğunu bilmez ama aşkın olmadığından da emindir.

Çünkü bu, tanrının bir armağanı değil, kişinin hakkıdır. Nitekim kişi hakkını, “bunu” hak ettiğini, çünkü “bunun” kendisine ait olduğunu, bütün varlığıyla hisseder, hiçbir şeyi hissetmediği kadar derinden hisseder: kişinin hakkı, hak ettiği o şey değil de, vücudunun hak edişidir, kas ve kemiktir, gözlerdir, topraktır, giderek yeryüzü olur. Vücut bulmuş gibidir. Hak ettiği “şey” ise, ortaya çıkan, doğrudur ve derindir.

Beleşle emek hiç bu kadar yakın ve hiç bu kadar uzak olmamıştır.

Yine de burada biraz durması gerektiğini duyar kişi. Burada ölçülü davranmalıdır, çünkü o “gizli çalışan” çalışmaktadır daha, bir tür saygı uyandırır, bir değer vardır ortada, kendine neden saygı duyması gerektiğini daha iyi anlar kişi. Öyle bir değer ki koruma içgüdüsü uyandırır ama her an riskle karşı karşıyadır. Sanki andır o. Özgür acı. Bitmez, başlar, engelin kalkmasıyla. Kişi onu bilinciyle kavrayamaz ama onun bilincindedir. Farkındadır. Bu gerçekten coşturucu bilinçliliği uyanık tutması ve ona gerekçeler göstereni bundan sonra her seferinde kıskıvrak yakalayıp yargılaması gerekeceğini de anlar.

Çünkü aynı anda daha cazip bir teklif de hisseder kişi: kendi kendinin bir bilinen olarak teklif edilmesi, kendi benini yaratma, adlandırma ve hissetme gücü. Daha önceki o kana karışmış, iliklere işleyen yaşam gücü kullanılabilecek bir araca, yararlanılabilecek bir değere dönüşür. Kişinin hakkı engelin kalktığı o anın coşkusuyla sanki bütün evrenken, şimdi biçimler ve maddeler geçer gözünün önünden. Menzili makam sanmıştır. Bir an şöyle bir bakıp beninin kazancını kontrol eder, kaçamak bir düşünce halinde hesap eder. Başarmıştır, yeni makamına oturur. Bakar, beninin sınırlarının içinde her şey yolundadır, kazancını sağlama almıştır. Burada an biter.

Ben büyümektedir, liste kabarmaktadır, o biçimlerle, düşsel sahnelerle, beklentilerle. Bir ad, kartvizit.

Ve bu gidişle, ego çöplüğü: Anlamak yerine bilmenin verdiği doyum, üstüne yatmanın alçakça huzuru.

Kötü. Bu sözcüğü duyuyorum şimdi de.

Ne demek istediğimi anlıyorsunuz. Gözlerinizin içine bakar gibiyim. (Biraz bulanık sözcüklerle konuşuyorum, çünkü tanımlamak yukarıdaki sınamada yanlışı seçmek, yani “cebe koymak” anlamına gelecektir.)

 

Herkes kendi yaşamında bu süreci yaşar, bu duyguları değişik sıralar izleyerek besler. Temel bir etik deneyimidir bu. İlkel adsız gücü unutup kendini konumlandıran kişiyle ne yazık ki konuşulamaz. Her türlü iletişim öncelikle bu etik deneyime bağlıdır. Şiir iletişimi için de aynısı geçerlidir. Şiir konuşmadır. Okur da şair de “engel ortadan kalkar kalkmaz” hem şaşkınlığa uğrar hem kışkırtılır: ayrı ayrı, derin bir seçimi sürdürürler. Okur da bir ölçülülüğe, bilinçliliğe katkıda bulunabilir. Ama o da kışkırtılmaktadır, o da cayıp parasını bozdurabilir, şıklığı yeğleyebilir: bir kitabı, bir yazarı, bir şiiri, geniş bir kütüphaneyi, derin bir karakteri, engin bir kültürü, kısaca kendi benini: biriktirildikçe insanla insanın arasına girecek her şeyi. Üstünde “şair” de yazsa “okur” da yazsa, bir kartvizit.

Oysa “hepimiz tehlikedeyiz”, hepimiz. Bu trajik ve görkemli kader bağı hepimizi bağlar.

 

(Daha özel olarak, şiir alanına gelince:

Bir çile değil. Çile de çoğu kez beni kırbaçlayarak azdırma biçimidir. Çile değil, benin duygulanımını yeğlememek yalnızca, mutlaklaştırmamak, “çalışan güç” çalışırken.

Şiirde buna kaba ama açık bir örnek verebilirim: zaman dilimlerine verdiğimiz adlar. Akşam, güz, eylül, vb. O uzaklaşma, o sınırsızlık duygulanımı, seraplı ufuk görüntüsü. Korkunç sessizlik engelinde böyle sözcüklerden birini yazarken, hatta şöyle bir akıldan geçirirken, ardından biraz ciddiyetle susup nefes alınca: bir tatmin. Sonbahar… Ne ucuz bir tatmin. Kandırılıyoruz. Burada us, ipleri gizlice elinde tutup, gönlümüzün bu kaçamağına göz yummuyor da ne? Bu duygusallık molasından sonra usumuz düdüğünü çalınca onun düzenlediği yaşantıya tıpış tıpış geri dönmeyecek miyiz? O yollar, uçsuz bucaksız… Engeli bulandıran buğular, tüller… Çalışan gücün cereyanını hüzne boğan, ikinci bir gizem perdesine bürüyen, bu yolla da bertaraf eden, ehlileştiren bir şey yok mu burada?

 

“Hissettiklerimizi ifade etmekle kendimizi onlardan kurtarmış oluruz, bize onları tanımayı öğretmeyen belirsiz bir biçim altında çıkıp giderler içimizden.” (Marcel Proust)

 

Söyle de kurtul. Usun kurnazlığı şiirde duygulanımı, o keyfi alanı devreye sokmaktır. Can evimizden vurur bizi, teslim oluruz. Biz memnunuzdur belki ama şiirin sunduğu daha büyük iletişim ve eytişim fırsatlarını elimizden kaçırmış oluruz: şiir bir iç dökme, sayıklama, gizlice öç alma, fanteziler düzenleme, şizofreni ve teşhircilik bahanesi durumuna düşer.

Bu kurnazlığın farkına varmayı gerçekten göze alabilir miyiz?)

 

* * *

 

Bu deneyimi çıkış noktası olarak alıyorum, her an çıkış noktası olarak. Tanzimat’tan bu yana yazınımızın en çetin sorununu oluşturan gelenek sorunu da bu içkin sınanmaya bağlı gibi geliyor bana. Gelenek ve yenilik eytişimini bir devinim olarak zamanın içinde sürekli olarak yaşamaktansa, onu bir kavramla çerçevelemek isteniyorsa ya da sırf geçmişteki değerlerle işini sağlama almak söz konusuysa, kuşku duymak gerekecek: bu güvence talebi, “çalışanla”, şimdi engeldekiyle, yani o ilk gerçek güvenceyle yola çıkmanın göze alınamadığını, ona güvenilmediğini gösterir.

Başka bir deyişle, eğer geleneğe referans yapma gereksinimi, referansın yapılacağı bağlamla aynı anda değil de, o cereyandan daha önce, daha acil bir biçimde baş gösteriyorsa uyanık olmak gerekir: bu durumda gelenek, bağlamın —yani o sınanma yerinin, o sürecin— buyruklarına, onun öngörülemeyecek gereklerine karşı alınmış gizli bir önlemdir.

Kavramsal sanatın açmazı buradadır: gözle ilgili bir sanat olarak kalmaktansa, belli bir kavramlaşmanın, genellikle “temaların” görsel bir sözüm ona serbest çevirisi olmayı yeğler gibidir, “çeviri kokmak” pahasına.

 

…En iyisi, bırakalım hatıralar içimizde konuşacakları saati kendiliklerinden seçsinler. Ancak bu cins uyanış anlarında geçmiş zamanın sesi bir keşif, bir ders, hülâsa günümüze eklenen bir şey olur.

 

“Kökü mazide âtî” olmak günümüzün keşfine, yani günün keşfine duyulan kaygıyla hiç böylesine dolu olmamıştır. Hiçbir bilgi birikimi Tanpınar’ın bu tümcelerindeki kadar bilinçlilik halini almamıştır. Herkes seraptan seraba koşan o insan kadar bilinçli olamadı.

 

Beş Şehir‘deki bu sözler beni özellikle etkiledi, çünkü, belki çelişkili gelecek, Erenköy’ünde Bahar şiirinde bana itici gelen bir şey var.

Zannımca Erenköy’ünde artık

Görmez felek öyle bir baharı.

 

Gösterişli bir çerçeve içinde, tablo halinde verilen geçmişi tuhaf bir içgüdüyle küçümsemek geliyor içimden, öfke duyuyorum. Neden?

Son zamanlarda Yahyâ Kemal’in geçmişle hesaplaşmasının modern bir çatışma olduğu vurgulanıyor, buna katılıyorum. Ama Kendi Gök Kubbemiz‘i açar açmaz kendimi şairin “biz”inde değil, yoksul olacağını sezdiği gelecekte buluyorum: kişiliksiz bir kuşağın bireyi olarak, yozlaşmış bir çevrede, yapayalnız kalınan yapayalnız kalmış bir İstanbul’da, vs. Kendimi o “biz”e az çok dahil edecek gerekçeler uydurabilecek olsam bile, öncelikle o dışladığı alana aidim; kesinlikle kendi koşulumu savunmak gibi bir niyetim olmasa bile, ister istemez savunmaya geçiyorum.

Yahyâ Kemal geçmiş anlara, artık bozulmuş manzaralara öylesine bağlanıyor ki onu süslemek istediği çerçeveye kendini de sokuyor, bizim şairle paylaşabileceğimiz anın gerisinde kalmaya razı oluyor. Hayâl Şehir‘in karşısına belediye otobüslerini, ortaokulları, hızlı tramvayı, stadyumları çıkarmak geliyor içimden, yozlaşmaya aldırmıyormuşum izlenimini vermek pahasına. Aslında, hayır, yeniden ana bağlanmalı. Kalabalığın içinde yalnız başına yürüyen insanı düşünüyorum. Yahyâ Kemal’in de yaptığı yalnız tren yolculuklarını, bütün gece. Yahyâ Kemal Paris treninde birinci mevkidedir, Dağlarca ikincide.

Anlatıldığına göre, herkes günbatımını izlerken neden kendisinin pencereye sırtını dönük oturduğunu soran bir kadına “Ben Yahyâ Kemal’im” yanıtını veren şaire gelince, onu yeniden sevmek için Nişli Âgâh lakabını, bavulunu, Çocuk ve Allah ve sanırım Âsû karşısındaki ikircimini, o yapayalnız kalmış, o komik, insancıl ve neredeyse melankolik Mercimek çorbası gelsin küçük ekmeklerle dizesini anımsamam gerekiyor: onu kendi çerçevesinden çıkarabilecek, diriltebilecek herhangi bir şeyi.

Bizler en az Yahyâ Kemal’in dediği kadar yoksulsak bile, başta söz ettiğim sınama değerinden bir şey yitirmek bir yana, artık klişelerle ve fantazmlarla savaşmamıza yardım eder, Bir aşk oluverdi âşinâlık dizesini ruhumuzda yeniden dolaşıma sokabilir, Yahyâ Kemal’in kaygısını ve —bu kaygı aynı zamanda bizim bugünkü kaygımız olduğu için bize çok şey kazandırabilecek olan— deneyimini kavramamızı sağlayabilir, Üsküdar’ın dost ışıkları sözünü baştan sevdirebilir ve Erenköy’ünün değilse bile, Erenköy’ün şiirini er geç kurdurabilecektir bize. Artık görmez felek öyle bir baharı… Felek görmeyebilir, ama hâlâ kendi gök kubbemizdir.

 

* * *

 

Her taşyazıtta göze ilk çarpan şey, anlamla özdeğin ayrılmazlığıdır. Böyle bir örtüklüğü bugün tam kavrayamasak bile büsbütün yabancı da gelmez bize, anımsar gibi oluruz, bir tür heyecan yaratır, evrensel bir yoğunluk düşüdür bu: en kavramsalın en somut ve özdeksel olana içkinliği, bağımlılığı. Somut gerçekliğe işlenmiş bir anlam.

 

[Ben] Yolug tegin bir ay dört gün oturup yazdırdım ve nakş ettirdim.

Bilge Han Yazıtı, Güneybatı Yönü

 

Türk bilge hakan ülkesine [bu yazıtı] yazdırdım. Ben bilge Tonyukuk.

Tonyukuk Yazıtı, Doğu Yönü

 

Kağıt.

Taşla bu ilişkinin gerisinde büyük bir yaşantı bulunuyordu herhalde, ne var ki yazıtlar neredeyse dünyasal bir ölümsüzlüğe duyulan isteğin belgeleri olarak kalır çoğu kez. Arkadaşıma doymadım….kırk iki yaşım(da) doymadım…. sizlerime doyma(dım) tümcesi sonraki yüzyılları göz önüne alan kişiye bir ufuk açabilir yine de. Sonsuz bir geleceğe fırlatılan ama geçmişte kök salmış bir somutluk, şimdi kadar dolaysız.

 

Siz uçtunuz. Gökte siz canlılar arasındaymışsınız gibi olacaksınız.

 

Kendi dilimizde bilmediğimiz bir sözcüğü anlamsız bir ses dizisi olarak algılamayız: o sözcük belleğimizin toprağına bir tohum gibi ekilir, belirsiz karşılaştırmalar çağrıştırır ve başta söz ettiğim “çalışan gücü” besler. Çünkü anlamsız bir ses dizisinin tersine, göndergeden yoksun gibi görünmesi anlam arayışımızı kışkırtır, bir tür umut yaratır. Bu sözcük kullanımdan kalkmış olsa bile en basit sözcüklerimizin derinliğinde yer alır ve bu en basit sözcükler için kaygı duyan kişi bu derinliği göz ardı edemez.

Ortaokuldan beri Fransızca’yla içli dışlı olmuş biri olarak sözcüğün işlenmemiş, kavramlaşmamış durumuna gereksinim duymuş olmalıyım ki eski Türk yazıtlarına yine o zamanlardan beri ilgi duyuyorum. Bengi taşın üstünde yıpranmış, daha aşınan harflere, anlaşılmayan sözcüklere gereksinim. Bir bozkırda böyle bir yazıtla karşılaşmanın heyecanını kafamda canlandıramıyorum.

Ama bir bilmece gibi de değiller, bir büyü etkisi yaratmadıkları gibi, düz anlamları öğrenilince parlaklıklarını yitirmezler.

Hissettiğimi ünlü bir örnekle açıklayabilirim: tang tengri kelti sözcükleri, tan ya da gelmek gibi iki gündelik sözcüğe yüzyıllarca uzaktan bakmamı sağladı. Dolayısıyla belli bir kaygı duyan kişi için en “acil” sözcük. Bir tanrının gelmesi, gelmesi. Anıtsal ama sade. Taşın ve sesin aşınması. Kırık taşlar. Ama bengi taş. Taş bengi olduğu sürece, taş bengi olduğu için, bengi olan söz.

Cézanne Sainte-Victoire’ın yerbilimsel yapısını bilmek istedi çünkü dağın zamanını bilmesi gerekti diye düşünüyorum. Zamanın, toza dönüştürenin, kayayı devirenin ve kıranın içindeki haliyle dağı bilmek istedi. Toz parçası ve dağ.

 

 

VI

 

 

Eski Türk yazıtlarını doğal ya da saf şiir örnekleri olarak değil, Türkçe’nin en eski belgeleri olarak görüyorum ben de herkes gibi. Ama en başta söz ettiğim “çalışan gücün” derinliğinin Türkçenin de derinliği olduğunu gösteriyorlar bana. Gelenek ve dil arasındaki bağın ne anlamda kopmaz bir bağ olduğunu.

Derinlik derken Yahyâ Kemal’in köklülük kavramını da düşünüyorum.

Tan tanrısının gelmesini Türkçe şimdi kılar. Nasıl? Bayağı sözcüklerle, onlarda sanki benginin ışıldamasıyla. Tan tanrısı geldi.

 

Eski Türk yazıtları, sınanmayı göz ardı edebilecek bir gelenek referansı olasılığına kapalı, klişelerden ve hayallerden olabildiğince uzaktır. Okuru doğrudan doğruya Türkçeye götürür. Oğuz Kağan Destanı’ndaki Gördü güldü sözü bir yüzün hatlarıdır, bir şimdinin vahşetidir. Gülümsemenin karmaşık ruhbilimselliğinden, sıfattan, mazmundan fiile, ada geçiş. En basit adlandırma eyleminin tazeliğine.

 

Çünkü öyle sanıyorum ki günümüz Türk şiiri, bencilce içine kapalı, daha kötüsü, benmerkezci niteliklerinden, sahteliğinden taze bir kanla beslenerek çıkabilecek. Şiirimiz sözcüğün saflığından belki hiç bu kadar uzak olmamıştı. Söylemek, adlandırmayı hiç bu kadar boğmamıştı.

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr