çene. anlık notlar, anlık iletiler.

 

x felsefeyle ilgilenen herkes, felsefe okumalarının bir noktasında, felsefeye kendi çok özel katkısını yapabileceğini hisseder, bu his okurun şişkin egosuyla ilgili bir şey değil, felsefeyle ilgili bir şey. felsefe senin bu tarz bir katkını talep ederek varolur. felsefede attığın her adımda, o an ne anladığını tam bilmeden bir adım sonraki ana doğru ilerleyemezsin. anlamak için bir yerden başlayıp anlaya anlaya gitmen gerekir. felsefe kaydırarak okunmaz. argümanları kaydırarak takip edemezsin. romanda kaydırabilirsin, zaten roman kendini kaydırarak var olur, güzelliği de odur. felsefeye kişisel katkı yapılabileceğine olan inanç da işte bu tarz ( adımlara dikkat gösteren disiplinli ) bir okuma sayesinde ortaya çıkar. felsefe okuyan herkes bir noktaya kadar bu şekilde ilerler, spinoza’yı yalnızca o anlar, platon’a kendi keşfettiği çok önemli bir noktada hak verir, nietzsche’ye katkıda bulunur… ama öyle bir yere gelir dayanırsınız ki o yerden sonra artık sizin katkıda bulunamayacağınız bir felsefe uğraşı başlar, nietzsche’ye katkıda bulunamayacağınız alandasınız artık, zeki bir okur olmak yetmez, felsefeyle o alanın gereklerini yerine getirecek şekilde ilgilenmelisiniz. o başka bir alandır, o alana giren konukların iyi bir konukçuya ihtiyacı vardır. ben ömer aygün’ü tercih ediyorum, benim konukçum odur. ne derse, ne anlatırsa dinlerim, dinlemek isterim. dedikleri her zaman cephanelik olarak saklanmak istenecek sözlerdir. konuyu alnından vurur. her zaman. onun sayesinde aslında özcü olduğumu korkmadan anladım. öyle de güzel bir özcülük ki bu, her bilgiyle barışabiliyor. ömer, çok farklı bir delivery’ye ( konuşma tarzına ) sahip, yani bambaşka bir top vuruşu var. bu bence şairliğinden geliyor. delivery şiirde çok öze ilişkin bir özelliktir çünkü. sen bana biçimci dersin, ben onu içerikçi anlarım.

 

x mayıs 2019’da 64 yaşına girdim. bunu her söylediğimde mutlaka bir azar işitiyorum, çok telaffuz ediyormuşum yaşımı. kendime susmayı öğretiyorum ama insanın içindeki sesler sus deyince tabii ki hemen susmaz. yaşandı mı yaşanmadı mı? charles dickens içinde iki ayrı karakter olduğunu söyleyince dostoyevski ona güya sadece iki tane mi demiş. harika! dışarıya karşı sessiz kalıp susmayı öğrenebilirim, ama içimdeki kalabalık susmaz. bugünlerde iç kalabalık olarak kendimize sorduğumuz soru şu: aramızdan biri sustu, belki gitti kayboldu, önemli biriydi, aramızdan çekildi, boşluğunu çok güçlü bir şekilde hissediyoruz, ama kim o, hangimiz – işte bunun cevabını tam bilmiyoruz. kalbimdeki sıcaklığı sağlayan esir maddesiydi. ota boka hemen âşık olan, gözleri bağlı, kokuyla anlayan, kokuyla seven, kokuyla vazgeçen, başımdan geçen kötü şeyleri asla intikam defterine yazmadan sevmeye devam eden, gidenlerin arkasından gitme diyecek kadar duygularına sadık, tamir ederek seven, başını herkesin omzuna yaslayabileceğini sanan, içinde saklama sığdırma kapsama sınırı sonsuz olan, başkalarının ona ayırdığı ufak yerde içe doğru genişleyerek yaşamayı beceren, aramızdaki mitoloji kahramanı… neredesin?

 

x A1, kendini daima bir beğenilmezliğin içinde bulmuştu. bir gün geldi, onu beğenmeyenlerde katlanılması zor duygulara yol açtığını sonunda kendi de anladı. ama bunun neden böyle olduğunu anlamadı. neden? bir düşmanlık var, tamam, kabul, ama neden? bunu anlayamadı. onu beğenmeyenlerin bazılarını maalesef A1 beğeniyordu. bu yüzden, bu ters durumu değiştirmek istedi. ama ona neden kızıyorlar bir türlü bulamadığı için kendini değiştirme gücünü toparlayamadı. neyi değiştireceğini anlamadı. yeteri kadar psikolojik veri yoktu. A1’in hayatı uzun yıllar bu duruma üzülerek geçti. sonra alıştı, bir yavaşlık geldi üstüne, durumu kabul etti. A1 şimdi yalnız bir adam. kendi sesini duymadan art arda çok günler geçiriyor. bulunduğu yerden bizim bulunduğumuz bu kalabalık yeri seyrediyormuş, bütün yalnızlar gibi. geçen gün A2’ye bizim burada büyük bir sevgisizlik gördüğünü fısıldarken duydum. sevgisizliğin kurallarının bu kadar nezaket dolu olmasına da şaşırdığını söylüyordu. aralarına girip sözünü kestim, istersen değiştirebiliriz diye karamsarlığına karşı çıktım, bana ( ben A3 ) artık değmez, bu yaştan sonra nefrete bulaşmam, sen de boş ver, sen de bulaşma dedi, işte o an onu birden çok sevdim, onunla yekvücut olduğumuzu o an anladım. insan yekvücut olduğu birinden ayrılamaz.

 

x dış güçler herkesi kullanır, sen kendini yerli, milli saydığın için seni kullanmaz sanma. dış güçler işine o geliyorsa dış güçlere karşı olanı da kullanır. kimseye düşündüğü şeyin cinsinden dolayı dış güçler kullanıyor diyemeyiz, belki de sana karşındaki için dış güçlerin bir kuklası dedirterek seni bir amaca uygun şekilde kullanıyordur. bunu çok gördük. en son, yerli milli olmayanların gazabından amerika’ya kaçan yerli milli fethullah gülen miti, yerli milli akp tarafından yardım görüp yerli milli olmayanlarla mücadele ederken, dış güçler ile bir olup meclisi bombalayınca tuzla buz olmadı mı? bu aldanıştan sonra yerlilerimiz millilerimiz, yerliliği milliliği sorguladı mı? bu yerli milli davası çok sıktı. kaçıncıdır ortaya çıkıyor, bıkmadınız, papağan gibi bazı şeyleri tekrarlamak kimseyi yerli milli yapmıyor. 40 yıl önce düzenin nasıl yabancılaştığı ile bugünün idris küçükömer’leri olamazsınız. bugünün kemal tahir’i de böyle olunmaz. sarışınla karaşınla da bugünün ece ayhan’ı olamazsın. necip fazıl olursun bak. o laflar zamanla değişmez çünkü, ayağa kalk sakarya… kökü ezelde… dalı ebedde… necip fazıl tamamen retoriktir, zevksiz bir retorik. onun gençliğe hitabı kadar basmakalıp bir metin var mı? folklor onunki. hayatımda zaman ayırıp okuduğuma pişman olduğum tek bir yazar var, o da necip fazıl.

 

x arkadaşlık kırılgan bir şey, birden yok olabiliyor. ben herkesle arkadaşlık edebilirim, ettim de, teknik olarak mümkün. iyi bir uygulayıcı olman gerekiyor, cinsellikte tekniğim iyidir diye bir şey var, bence arkadaşlıkta da var. arkadaşlıkta benim tekniğim iyidir. dinleye anlaya giderim. adını hatırlamadığım fransız bir yazarda okumuştum, mealen arkadaşımın bir gözü oyuksa diğer profilinden bakarım diyor, işte bu benim. her şeyden çok sevgiye ihtiyacım var hayatta. her türlü sevgiye varım. sapkın olanına bile, hatta özellikle sapkın olanına, bayılırım sapkınlığın insanı perişan etmesine, bırakılıncaya kadar direnirim. bugüne kadar bu mükemmel teknikle ( ters profile geçme ) geldim. geçen yıl, 63 yaşıma geldiğimde aldığım bir karar tekniğimi bozdu, bunu öngörmemiştim, benim insanlara söylemediğim şeyleri insanların bana söylemesine ( senin bir gözün oyuk ) artık izin ver(e)meyeceğimi yakınlarıma açıkça bildirdikten sonra, o yıl, üç dört arkadaş kaybettim, kararımı uygulayınca bir çeşit glitch oluştu, oyuk olan gözden kaçamaz oldum. gidenleri geri alır mıyım, bilmiyorum, dediğim gibi arkadaşlık kırılgan bir şey, birden yok olabiliyor.

 

x bir gazetede on satırlık yüz on kelimelik bir paragrafın yüzde kırkı: tevarüs edilmemiş asalet… bu toprakların donkişot’u… çağımızın gerçek bir kahramanı… kahramanlığıyla mücessem bir dünya güzeli… ruh topraklarımızda bir [ … ] nüvesi hep olacaktır… kavgasına iştirak etme cesaretini gösteremeyen güruhla arasındaki asalet farkı… bu toprakların kaderini tayin edecek olan büyük ruh… imanın hakikati… kahraman… > yüzde kırk, söz konusu bu paragrafın neredeyse yarısı oluyor. yarısı kendinden geçmiş övgüyle dolu bir yazıya ( düşünce değil ) folklor yazısı diyorum. bizimki düşünce değil zaten, folklor.

 

x evvelsi gün ( 13 temmuz 2019 ) izzet’in [ yasar ] ilk ölüm yıldönümüydü. elif’ten [ sofya ] başka kimse hatırlamadı. ne hilal kaplan, ne ahmet kekeç, ne semih kaplanoğlu. sosyal medyanın cıvıldayan kuşları da hatırlamadı. şaşırmadım, zaten önemli de değil. her şey gider, yapıt kalır. izzet’in yapıtları yaşadığımız bu post-tayyip distopyasına ( cemal kafadar’ın güzel deyişi ) dayanacaktır, kekeçlere kaplanlara nibenkalara ihtiyacı olmadan. tercih ( hatası dememek için kendimi tutayım ) farkı refik halid’i büyük bir yazar olmaktan alıkoymuyor. hepimizin vereceği sınav bu, bütün şairlerin, güncellik bitince güncel kalabilme – dayanıklılık sınavı. öldükten sonra verilen sınav. çoğu şair öldüğü gün ölüyor, izzet yasar bunlardan biri değil.

 

x bir şey itiraf edeceğim, ülkemden geçen bazı duygular benden de geçti. batı karşıtlığını çok abarttığım kısa bir dönemim oldu. bağdat’ın işgali sırasındaydı. yarı çıplak bir sefalet içinde, amerikalı askerlerin elini öpen ıraklıları görmek, bağdat’ın yağmalanmasını televizyondan naklen izlemek beni öyle üzmüştü ki lise çağlarından beri ( hangi batı / 1972, batı batı dedikleri / 1972 ) yaşadığım batıyla cedelleşme tek yönlü bir nefrete dönüştü, cedelleşmeden bağnaz bir nefrete. işgal denilen şeyle hayatımda ilk kez böyle yakından karşılaşmıştım, korkunç bir şeydi, kendi ülkemin işgaline asla dayanamayacağımı anlamıştım. yüksek duyguların esiriydim, kafamda 24 saat adeta bir deli gibi ateşli bir tartışma yaşıyordum. aynı haberi beş televizyon kanalında izlemeler, sağa sola ileti göndermeler, arkadaş kalbi kırmalar… bir gün beyoğlu’nda yürürken odakule’nin orada incil satan uzakdoğululara rastladım. koreli ya da japon, bilmiyorum. kalabalığın içinde kırılgan iki kadın, ellerindeki incilleri yoldan geçenlere bedava dağıtıyordu. tamam işte bak, gördün mü diye sesleniyordu içimdeki bağnaz ses, işgal başladı. bir an, yanlarına gidip bir konuşma yapma arzusu vücudumu ele geçirdi. abartmıyorum, açıkça ele geçirdi. ama yine de içimde yaşadığını o an öğrendiğim alperen’e yenilmedim, incil satanların yanından yürüdüm geçtim. yarım saat sonra aynı yoldan geri dönerken uzakdoğulular orada değildi, yırtık inciller yere saçılmıştı. incilleri yerde görünce ateşli nöbet birden dindi, alperen birden gitti, beni kıskıvrak yakalayan bu duyguyu bitiren bir muhasebe başladı. insan makul bir yaratık değil… geriye dönüp baktığımda bazen bu büyük ortadoğu karmaşığında ( hele ki duygularıyla düşüncelerini birbirine her zaman karıştıran bir insan olarak ) duyduğum – üzerimden kısa ama şiddetle geçen bazı duygulardan utanıyorum, allah’tan çoğunu yalnızca ben biliyorum, incil olayı gibi, ben anlatmazsam kimse bilmez. bazı aşırılıklarımı yendim, bazıları hâlâ devam ediyor. aşırılığa yakınlaştığım sıralarda, aynı aşırılığı taşıyan başka insanlarla yaşadığım yakınlıklar oldu hep, bu yakınlıklar güzeldi, çok şey öğrendim bu yakınlıklardan. insanlarla düşünceleri ayırabilecek kadar kitap okudum, bu söylediğim bir paradoks, olsun. en olmadık anda insanı yakalayan bağnazlıkların kimyasal altyapısıyla ilgilenmek lazım. nörolojiye sesleniyorum, bir tek ben miyim içinden her türlü duygu geçen, imdadıma yetiş.

 

x bir rezillik laboratuvarı varsa o da insanın kendisi. yazdığım şey bitip kafamı kaldırdığımda sosyal çevre geri dönüyor, sosyal çevre geri dönünce öfke başlıyor, öfkeyi bastırmak için sevgiye sığınıyorum, sevgi fazla kaçınca kırgınlık başlıyor, kırgınlığı aşırı neşe ile soğutuyorum, aşırı neşe mikro ayrılıklar getiriyor, her mikro ayrılıktan sonra tekrar yazmaya dönüyorum. senin deneysel dediğin şey benim hayatım, benim parçalı ham dediğim şey kendime diktiğim cepler, manzume denilen şey benim korunmak için gerdiğim tente.

 

x B1, karmaşık bir yapıya sahipti, üst üste binmiş katmanları vardı. hınçla aradığı beyaz bir balinası olmayan, ama buna rağmen ne olduğunu ancak kendisinin bildiği büyük bir görevle dopdolu, üstelik iki bacağı da sağlam bir kaptan ahap, üstüne hiçbir yerde kendine aradığı boş yeri bulamadığı için insanlarla arkadaşlık etmekten kaçan tedirgin bir asosyal, üstüne kendinde olmayan bir özelliği bir başkasının ruhunda sanki kendi malıymış gibi çekinmeden cesaretle kullanan müsrif bir faydacı, üstüne başkasının kafasından geçenleri asla anlamayan, başkasının ruhundaki duyguları asla tarayamayan bozuk bir radar, üstüne işlediği suçları ne çıkarıldığı mahkemede yüzüne okunduğunda ne de cezalandırılıp hapse düştükten sonra hücresinde yalnızken muhasebe edebilip anlama kabiliyeti olan, pişmanlık nedir bilmeyen bir yıkıcı, bunların hepsi onda mevcuttu, bu karışık mevcudiyet onu mutsuz etmesine rağmen, katmanların her biri ona ayrı ayrı büyük bir özgüven verdiğinden bu mutsuzluklar uzun sürmüyordu. hem kaba hem yumuşak bir insandı. B1, bir anadolu narsisistiydi, derin anadoluydu.

 

x charles olson, st. elizabeths’de bir karşılaşma kitabında, çok sevdiği ezra pound’un faşizme neden böyle yaklaştığını anlamaya çalışıyor. pound’un sıradan insanın kültürüne başkaldırırken, bu yolda çok uzunca yürüdüğü için farkında olmadan seçkinciliğe vardığını söylüyor. sanat düşüncesinin dünyayı siyasi olarak idare ettiğini düşünün, ki pound’un eğilimi büyük ölçüde buydu, saf biçimle ( pure form ) dünyayı kurtarmaya çalışmak pound’un argümanıdır. eğer insan bir bilgi üstünde çok durursa o bilgi artık ( kayıt altına alınıp ) bir meleke olur – böyle düşündüğü için sanat, biyolojinin bir parçasıdır demiştir. imgecinin yapılmayacak şeyler listesindeki süs kullanma, kullanacaksan güzelini kullan ( use either no ornament or good ornament ) koşulunun siyasette uygulandığını düşünün. ben isterdim, uygulansa güzel olurdu. işte, böyle bir yönde ( çok inanıp, çok dalıp ) çok fazla ilerlendiği zaman istikamet seçkincilik oluyor, olson’un dediği şeyden benim anladığım bu. olson şöyle ekliyor: pound’un dediği doğru, biz düşünce adamları nizam âşıklarıyla yan yanayız.

 

x 160. kilometre, ekim 2019’da sekizinci yılını tamamlıyor. şiir yayıncılığının da diğer yayıncılıklar gibi maddi bir temeli var. bunu sağlayabilmek, yayınevini canlı tutabilmek için çok çeşitli yolları denedik. tek sermayemiz olan kafamız çalışıyor, girmediğimiz kaynak arama çalışması kalmadı. çoksatar bir kitap bulup onun geliriyle şiiri desteklemek, büyük kitabevlerine nüfuz edip görünür olmak, özel indirimler sağlamak, çoksatar dergilere ilan vermek, hatta kitabevlerini tek tek dolaşıp onları raflarına şiir kitabı koymaya ikna etmek… çıkan sonuç hep aynı oldu, önce bir parlama, sonra sönümlenme. ortada ekonomik bir faaliyet yok: talebin sıfır olduğu bir pazara kitap arz ediyoruz. şimdi anladınız mı şiir neye direniyor? şiir, şiirin olmadığı yere direniyor. şiire ( hele bizim yazdığımız haliyle şiire ) ihtiyaç fiziksel koşulu olan bir şey… şiir, metrobüse binmez. hiçbir sanat metrobüse binmez. ama hiphop biniyor diye hayıflanıp, sanki şiirin alımlanacağı koşullar var da şairler şiirden uzaklaştı diyen varsa bunun doğru olmadığını sonuna kadar tartışacak deneyime sahip olduk 160. kilometre’de… kendimizi aldatmayalım, bizler taşıyıcıyız. şiir sanki altın çağındaymış gibi taşımaya devam edeceğiz. sonunda geldiğimiz yer yine her kitap basımı öncesi bir araya gelip sende ne kadar var / bende bu kadar var diye ceplerimizdekini paylaşmak. izciyiz biz. çöl izcileri. ben kendim bundan gurur duyuyorum. ne yapar izci? internetten bulduğum tanım şu: belirli bir disiplin çerçevesinde, toplum içinde yaşamayı, kendini ifade etmeyi, kendi kendine yetebilmeyi öğrenir. direnirse kazanır, ayakta kalır, ezeli bir geleneğin laboratuvarı olur. baldwin haklı: ozanın sorumluluğu, onu ortaya çıkaran toplumu başka bir ozan daha çıkaracak güçle donatmaktır.

 

x karıncalar bir, şiirin küçük burjuvazisi iki… bunlardan başka hiçbir mahluk canlı bir şeyi bu kadar hızla / hırsla parçalayamaz.

 

x düşünerek vardığımız yerlere bizden önce birilerinin gelmiş olduğunu görünce insan ya kıskanır ya da sevinir, vereceğimiz tepki oraya sizden önce kimin vardığıyla ilgili. steinbeck’in köpeğim charley ile amerika yollarında kitabını okurken yine böyle bir şey oldu. halk kavramıyla epeydir cedelleşiyorum, bu konuda kendimi ilk sorguya çektiğim yazı kitap-lık dergisinde mayıs 2007’de çıkan halk tatile gitti yazısıydı. daha sonra bu kavramla hep savaştım. her konuda olduğu gibi halk kavramından da ne bir türlü vazgeçebildim ne de kavramın getirdiği buyurganlığa boyun eğebildim. kitaptaki hikâye şöyle: steinbeck kuzey amerika’da rocky dağlarını geçerken bir adamla sohbet ediyor. adam ona eskiden yere göğe sığdıramadığımız bir şey vardı. adına halk derdik. bir bak bakalım halk nereye kaybolmuş diyor. steinbeck’in adama cevabı ise harika: belki de halk hep sonuncu nesilden bir önceki nesildir. hangi açıdan bakarsan bak mükemmel bir cevap. steinbeck, karşısında kendimi her zaman bir nokta gibi önemsiz hissettiğim büyük bir yazar.

 

x insan olmak ne zor. yatıya misafir gelecek, yalnızlığın bozulacak diye geriliyorsun. geliyor, abartmışım diye için için utanıp üzülüyorsun. gidiyor, ardında bir boşluk bırakıyor, ayrılık acısı çekiyorsun, yalnızlıktan şikâyet ediyorsun. annem, tatil bitip biz okula ( ankara’ya ) dönerken daha kapıdan çıkmadan çarşaflarımızı çamaşır makinesine atıp yıkamaya başlardı, ben kızardım. şimdi o kadar iyi anladım ki bu aceleciliğin yalnızlık duygusunu hafifletmek için yapılan bir şey olduğunu.

 

x gösteriş için yazar olunmuyor. ben yazarlığı çoksesliliğin bir tedavisi olarak görüyorum. kendini dinleyen insan daha iyi yazar bence. hiçbir rol de önceden yazılmamıştır. çok ses var, her sesin bir sahibi var, tam bir kargaşa, dayanılacak gibi değil. ben bunları barıştırayım da bir barış olsun, rahat edeyim diye yola çıkarsın, ama eğer barıştıracaksan, o zaman hepsini dinleyeceksin, karakterler yaşamak içindir.

 

x çoğu geceler her şeyi ama her şeyi affetmişimdir. hayat zaten üzücü, değmez. temiz bilinç yeryüzünde bir cennet vaadi, bütün yeryüzü cennetleri gibi yalan. gel, sen de beni affet. biliyor musun, bazen içime bir korku doluyor. dejavudaki gibi aniden bir kesit alarak geliyor. bazen dizi film seyrederken, aniden. bazen tam denize girecekken. bazen terlik giymiş bir ayağın çatlak topuklarını gördüğümde, aniden. insan konuşurken korkmuyor, konuşmanın kendisi zaten her şeyi ayakta tutuyor. ama o kısa aralıklarda korkuyorum. sanki etrafımda beni içine almadan devam eden o büyük şeyi o an tam anlamıyla hissediyorum, ama anlıyorum ki o devamlılığın içinde benim hiçbir geleceğim yok, her şey ben olmadan da devam edecek.

 

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr