Söyleşi: Şengül Can, Şerif Mehmet Uğurlu, Gökhan Arslan

 

Şengül Can: Sence anlaşılmak kısıtlayan ve gerileten birtakım sonuçlar doğurabilir mi? Kavrayamamak temelli bir şiir yazdığını düşünüyor musun? Bunun özgürleştirici bir yanı olabilir mi?

Ömer Şişman: Kimin tarafından anlaşılmak? Anlaşılan şey ne? Bu iki küçük sorunun yanıtı önemli. Anlaşılmanın kategorik olarak kısıtlayıcı/geriletici olacağını düşünmüyorum. Kavranmamayı arzulayan bir şiir peşinde değilim. Bunun tam zıddının da peşinde değilim. Yüzyıllardır insanı, dünyayı anlamaya çalışıyoruz. Çok karmaşık ya da çok berrak olduğu için. Anlamadığım ya da donakaldığım şeyleri şiirde gösterirken her şeyi yalamış yutmuş anlamış numarası çekmemeye çalışıyorum. Bir hikâyeyi anlatmaya koyulduğumda yolun yarısında, hikâye şahsileştikçe utanç atakları geliyor. Ne saçma bütün bunları anlatmaya, çıplak kalmaya çalışmak diyorsun. Ama sonuna kadar gitmek de istiyorum. Bir şey anlattığının farkında olan lirik öznenin kurmaca oyununu bozması filan değil bu. Metafikşından bahsetmiyorum. Donukluğu, çerçöpü, sebepsiz heyecanları, yükselmeleri, pürüzleri zımparalayıp hohlamaktan kaçınan bir anlatımcıyım.

 

Şengül Can: Peki, şiir bir zekâ göstergesi olarak okunabilir, aslında son dönem şiirde böyle bir eğilim de söz konusu? Şair okurdan zeki mi olmalıdır? Yoksa etkileyiciliği kalmaz mı?

Ömer Şişman: Şairlerin zeki olduğuna inanırım. Sevdiğim bütün şairler çok zeki. Son dönem şiirdeki misafirlere “zekâ”sını gösteren eğilim ise çok yakınlık duyduğum bir şey değil. Zekâ değil o, hazırcevaplık. Hazırcevaplığın bu kadar yüceltilmesini anlamıyor, zekâyla bir ilgisini bulamıyorum.

 

Şengül Can: Görsel şiir yazdığını düşünüyor musun? Ben daha çok ikonların bu kadar öne çıktığı bir dönem ile anlattıklarını ve günümüzdeki olayları birlikte düşündüğümde bu durum bende belleğin gözleşmesi hissini uyandırdı, kısa, unutkan ve aynı akışla tekrarda?

Ömer Şişman: Görsel unsurlar var bazı şiirlerimde ama görsel işler yapan bir şair değilim.

Tespitine yakın bir şeyi Serkan Işın yazmıştı vaktiyle, piknolepsi nöbetlerine benzetmişti bu döngüyü.

 

Şengül Can: Şiirlerini okurken Leyla Erbil’in “beni yedi kişi anlasın yeter” sözünü düşündüm. Senin şiirinde bu durum var ama dil daha içe dönük gibi geldi, şiirlerinde direnen bir dil olduğunu düşünüyor musun?

Ömer Şişman: Yaşam bir savaş alanı. Gergin düşünceler, duygular, temaslar yumağı. Kanlı bir mücadele var sürekli. Ne diyebilirim ki. “Şiirlerimde direnen bir dil olduğunu düşünüyorum” çok kaypak bir ifade olur. O ben değilim. Okuyan herkes kendi meşrebine göre değerlendirsin. Yazdıklarımın okunmasını isterim elbette. On beş on altı yaşında, hayatın başında, boğazı düğüm düğüm bir çocuk varsa ona ulaşsın, arkadaşlık etsin isterim.

 

Şengül Can: Héléne Cixous bir söyleşisinde politik olan ile ilgili şunları söyler: “Politik olan kendi üzerine söz söyleyen öznenin söylemiyle başlıyor. Bütün o politik sahneyi belirleyen iktidar, baskı, ezme, kölelik ve sömürü ilişkileri ilk önce içimizde başlıyor, en önce aile içinde ve sonra kendi içimizde.” Bu ifade ile birlikte düşünecek olursak, politik yazma meselesi hakkında ne düşünüyorsun, nasıl bir şiir yazıyorsun?

Ömer Şişman: Her şey kendiliğinden politik içeriğe sahiptir. Aşk, arkadaşlık, aile, hafıza şu bu. Karar alışlarımız, edimlerimiz, söylediklerimiz, söylemediklerimiz… Ama “İki üç tür politik oluş biçimi var, yap seçimini, giy bu tulumlardan birini” denirse o hazır giyim bana gelmez. İstesem de beceremem zaten.

 

Şengül Can: Aynı zamanda editörlük de yapıyorsun ve 160. Kilometre yayınlarının kurucularındansın. Dergiciliğe de yakın bir isim olarak, yayınevi kurma düşüncesi nasıl ortaya çıktı. Hangi eksiklikler sizi buna götürdü?

Ömer Şişman: Türkiye’de ciddi bir şiir yayınevinin kalmadığını düşünüyorduk. 2000’lerde ortaya çıkan şiir toplamının bir yuvası olması gerekiyordu. Bu yuva başta heves dergisiydi, Pan/heves Şiir Kitaplığı’ydı. Emekleme dönemimizi orada yaşadık. Bunun devamı ve kendini esas ortaya koyuşu 160. Kilometre’dir.

 

Şengül Can: Bu tür yeni girişimler edebiyatta söyleyecek bir sözü ifade ediyor. Fakat siz ayrıca, başka türlü bir çıkış yaptınız? Bir tür manifesto muydu? Yoksa bir manifestosuzluk hali? 

Ömer Şişman: Evet. Bir bildiriyle çıktık. “Şiir direnirse kazanacak” dedik Gezi’den iki yıl önce. Biz şair ve yazarlardan oluşan bir topluluğuz. Kendi göbekbağımızı kendimiz kestik.

 

Şengül Can: Ortalama kaç dosya geliyor? Değerlendirme süreci nasıl işliyor? Gönderilen her dosyaya cevap veriyor musunuz? Yayınladıklarınız ortada, gelen dosyaları da düşünürsek günümüzde nasıl bir şiir yazılıyor?

Ömer Şişman: Ayda bir-iki dosya geliyor. Okuyup bir ay içinde değerlendirme sonucumuzu iletmeye çalışıyoruz.

Daha önce başka konuşmalarda günümüzde yazılan şiirin parodiciliğine, hiza severliğine, İkinci Yeni’nin suyunu çıkarmasına değinmiştim sanırım. “Bizde postmodernizm kentten taşraya yayıldı, yaşamını orada devam ettiriyor” da demiştim. Söyleyiş çeşitlemesi üzerinden ilerlemek hantal bir şiire yol açıyor bence. İstisnalar var elbette. 2000’lerin son döneminde çıkan, 2000’ler şiirine dahil saydığım şairlerden Mehmet Davut Özdal ve Liman Mehmetcihat, 2010’lardan ise Rıdvan Gecü, İlker Şaguj, Fatma Nur Türk mesela. Bu şairler birbirlerinden epey farklı kanallardan ilerleyen güçlü ilk kitaplarla çıktılar. İlker sonradan kanal değiştirdi, açıkçası ilk kitabındaki o ne yaptığını bilmezken yapıp ettiği şey çarpıcıydı bence, daha kitabın ilk şiirinden itibaren. Liman’ın da son şiirleri çok iyi, müzisyenlerin tabiriyle tuşesi yüksek.

 

Şengül Can: Ürünlerini dosyalaştıracak olanlara ya da şiire yeni başlayanlara ne söyleyebilirsin?

Ömer Şişman: Herkesin yolu farklıdır. Akran baskısı diye bir şey var. Bir tür hiza alma yöntemi. Bundan kaçınıp kendilerini, gerçekten ne yazmak istediklerini araştırmaları iyi olabilir.

 

Şerif Mehmet Uğurlu: Eserlerinizde kimi yerlerde performans biçimleri olarak tanımlamaya çalışacağım hareket, jest ve onun etrafında şekillenen bir anlatı görülüyor. Beckett’in kısa oyunlarında çokça yer verdiğini gördüğümüz bir alan bu. Metin üzerinde bunun işlerliği ve okur nezdinde tahayyül edilebilirliği hakkında neler söylemek istersiniz?

Ömer Şişman: Kestirmeden şunu söyleyeyim: Yazdığım her şeyin tahayyül edilebileceğini ve anlaşılır olduğunu düşünüyorum. Önyargısız yaklaşılır ve yeterince vakit ayrılırsa. Bir de, oyunbaz, hazcı, dekoratif biçimsel denemeler yapmadım hiçbir zaman. Yapan yapar. İyi yapan da vardır. Bana göre değil.

 

Şerif Mehmet Uğurlu: Şiirlerinizi okurken kelimelerden ve daha genel anlamda dilden usanan bir zihnin arka planı görülüyor gibi. Ömer Şişman’ın şiir algısında klasik anlatı ve estetizasyon beyhude midir?

Ömer Şişman: Elbette beyhude değil. Beyhude dersem sevdiğim birçok yazarı, şairi bir yana bırakmam gerekir. Şu var, bugün Apollinaire’in kaligramları benzeri tek sayfalık şiirler yazmak ne kadar sakil bir durumsa, ne kadar yapıntıysa, klasik anlatı biçimleriyle bin kere yazılmış bir şeyi aynı yöntemlerle kendinden hiçbir şey katmadan yazmak da o kadar yapıntı.

 

Şerif Mehmet Uğurlu: Düzeltmenlik de yapıyor olmanız nedeniyle düşüncelerinizi öğrenmek istediğim bir başka husus var. Teknik bir mesele midir yahut sizin için bir soru işareti yaratmış mıdır bilemiyorum ancak şiirlerinizin genel itibariyle çeviri için çok kapı aralamayan bir noktada olması açısından burada anlamın şair tarafından zora düşürülmesi ve çevrilemez şiir üzerine neler söylemek istersiniz?

Ömer Şişman: Düzeltmenlik bir yana, yıllar önce Sara Heigl üç şiirimi Almancaya çevirdiğinde bu konu hakkında küçük bir tecrübe edinme, gözlemde bulunma şansım oldu. Hiç baştan düşündüğümüz gibi değil. En kolay çevrilebileceğini zannettiğim şiiri çok zorlanarak, en zor çevrilebileceğini düşündüğüm şiiri deyiş yerindeyse beş dakikada çevirdi. Nedeni basitti; kolay çevrilebileceğini düşündüğüm kısa şiir (“Sanırım Alınganlığımı Anlamazlıktan Geliyorsun”) imge-yoğundu, zor çevrileceğini düşündüğüm, sözcüklerin sürekli deforme edildiği uzun şiir (“Satlık Ev”) ise daha somut unsurlarla ilerliyordu. Aynı şekilde “Yerini Bulamayan Bir Z Raporu”nu da zorlanmadan çevirdi. İlgili bir çevirmen çoğunlukla bir muadil, bir çözüm bulur bence.

 

Şerif Mehmet Uğurlu: Yeni şiir kitabınız var mı ufukta?

Ömer Şişman: Bu konuşmayı yaptığımız günlerden iki üç ay sonra, Nisan-Mayıs 2017 gibi üçüncü kitabım çıkar sanırım: Dikenli Zıplak.

 

Gökhan Arslan: İlk kitabın Hata Devam Ediyor, adıyla birçok şeyi çağrıştırıyor. Birincisi ilk akla gelen cümlenin ‘hayat devam ediyor’ olduğunu varsayarsak, hayatı bir hata olarak görme söz konusu. Ama bundan da ziyade buradaki ‘hata’ sözcüğü, sanki mevcut Türkçe şiirin akışına karşı bir itiraz gibi. Günümüzde yazılan şiir sence hatalarla mı dolu?

Ömer Şişman: Mevcut şiiri hata olarak görmek değil, tersine, kendimi onların karşısında hata olarak görmek söz konusuydu. Hemen hemen ilk şiirlerimden itibaren “hata” ettiğim hissettirildi bana. Ben de aldım sahiplendim, hata devam ediyor dedim.

 

Gökhan Arslan: “ya da olmamak” şiirinde birkaç şairi/yazarı işaret ediyorsun. Celan, Rilke, Bonnefoy, Beckett, Hlebnikov ve Bachmann. Bütün bu isimlerin arasına Türkçe şiirden de Turgut Uyar giriyor. 2000 sonrası şiirde, özellikle de ‘deneyselciler’ arasında, Uyar çok sık başvurulan bir referans kaynağı. Uyar ve 2000’ler şiirini nasıl ilişkilendiriyorsun?

Ömer Şişman: Turgut Uyar, yayın hakkı Can’dan YKY’ye geçtiği 2002 sularında dahi bugünkü yaygınlığına yaklaşmış değildi. Yazıları, şiirleri, hep acemi, toy kalma isteği bizim kuşağı etkilemiştir. Herkesin ayrı bir Turgut Uyar’ı var. Ben daha ziyade Tütünler Islak’ın ve Toplandılar’ın Turgut Uyar’ını severim. Son kitaplarını da severim. Ama son yıllardaki müthiş yayılması bu kitaplarıyla değil, Dünyanın En Güzel Arabistanı’yla oldu. Açıkçası ikinci ölümü gibi oldu. Çoğalta çoğalta, ayıla bayıla görünmez hale getirdiler. İyi ki yaşarken görmedi bunu. Bir şairin üstüne beton böyle dökülür. İlerde tekrar, başka gözle değerlendirilecektir.

 

Gökhan Arslan: Bitkiben’i, biraz doğaya, yani öze dönmek olarak görmek mümkün sanırım. Bu dönüş de insanın aklına ilk olarak maddeye dönmeyi getiriyor. Burada da devreye somut şiir dediğimiz kavram giriyor ister istemez. 2000’ler öncesinde, özellikle de 80’lerde gerçeklik kavramının siyasal söylemden aktığını biliyoruz. Günümüz şiirin genelinde (istisnalar elbette var) ve senin şiirinde ise gerçeklik kavramı farklı bir düzlemden ilerliyor. Gerçekliğe ulaşmak için somut şiirden başka bir yol yok mu sence?

Ömer Şişman: Tarihsel somut şiirden bahsediyorsak ben öyle bir şiir yazmıyorum. Kimse de yazmıyor. Jandl dahi zamanında “viyana: kahramanlar meydanı” şiirinde saf haliyle somut şiirden çıkmakla (somut şiiri dilde kalmak yerine dış gerçekliği anlatmada kullanmakla) suçlandıysa bizimkilere –tarihsel manasıyla– somut şiire eş demek yersiz olur. Kesişmeler vardır, ayrı. Gerçekliğe ulaşılabilir mi? Felsefeciler bu soruya haklı olarak “imkânsız” yanıtını verecektir muhtemelen. “2000’ler öncesinde, özellikle de 80’lerde gerçeklik kavramının siyasal söylemden aktığını biliyoruz” tespitine katılamayacağım. Tersine, 80’lerde şiirin siyasal söylemden sıyrılması değil miydi konu? 40 yıldır siyasi söylemsiz şiirin egemenliğinde yaşıyoruz, halen de siyasal söylem “egemen” değil. Bu bir yana, siyasal söylem inandırıcı mı? Nâzım Hikmet’te olmuş o inandırıcılık. Çünkü bir derdi var, her yolu deniyor. Çok açık fikirli, ele avuca sığmaz, cesur bir şair var karşımızda. Her kitabında tematik/biçimsel yeni girişimleri var. Siyasal söylemi salt didaktik, kof bir alet edevat seti gibi kullananlardaysa bırak biçimi, yapıyı, tematik fark bile yok. Çoğunluğun girişiminde sonuç öğrenilmiş, şablon şiir oluyor. Oradan hangi gerçekliğe yaklaşacaksın? Yaklaşamazsın. Bir tür plastik olarak kalır o şiir, cansızdır.

 

Edebiyatta Üç Nokta, sayı 22, 2017.

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr