çene.   

 

x “anlatmadan yaşayabilseydim korona virüsünden korunmak için eve kapatıldığım şu zamanı acaba seninle bu kadar zevkle paylaşabilir miydim?” dedim Z’ye. ne büyük kabalık değil mi? bana bu tip kabalıklar çok yapılıyor, hiç cevap vermeyeceğimi bilmenin güvencesiyle bu hayatta yüzüme karşı hiç kimseye söylenmeyecek kuvvette neler neler söylendi, intikam alır gibi… aslında benim ‘bana görünmeyen’ bir suçu işlediğim kesin, yüzüme karşı yapılan kabalıklar benim göremediğim bu suçun bir cezası olmalı. ama Z’nin ne günahı var? hiç… adamı ben çağırdım evime. Z bu kabalığıma hiç aldırmayarak bir kere daha gözüme girdi, yoksa bu sefer hakikaten tam aradığım gibi kucağı çok çok geniş olan harika bir adam mı buldum? “yine olmadık bir ‘insan olmama’ durumunun peşindesin, bıkmadın bundan…” dedi, “düşünsene mesela ben hiç yokmuşum, mesela sen yazarak duygularını başkalarıyla paylaşabilen bir insan değilmişsin, hatta bütün bunların üstüne bir de mesela sıkı bir ateistmişsin, allah’ın gözünün şahitliğine de inanmıyormuşsun… elinde kişisel bir anlatı geliştirmek için kendi zihnindeki diyaloglardan başka hiçbir imkân yokmuş. tamamen kendi kendine… en fazla kendi kendinin şahidi olabildiğin bu yalnızlığa gücün de yetiyormuş, herkesin yetmez, ama senin yetiyormuş, şikâyet edecek bir durum yokmuş yani. anlatmadan yaşamak dediğin böyle bir şey herhalde…” “dil varmış, ama kendi beynim dışında pek kullanılmıyormuş. yalnız bir kovboymuşum yani” dedim, “akşam çöle kıpkırmızı çökerken yaktığı ateşin yanına oturup önünde uzanan o sonsuz mekana bakarak kahvesini yudumlayan bir kovboy.” “bu dediğin de bir anlatı elbette” diye söylendi Z, “bana anlattın, ben alımladım, böylece bir değer kazandı. senin kierkegaard’ın dediği gibi-” derken ben “‘senin’ deyip durma her andığın yazara” diye sözünü kestim. “her neyse” diye devam etti, “söylediğine açık artırmada biri talip oldu, dediğin şey böylece anlam kazandı… eğer bana anlatmayıp yalnızca aklından geçirseydin de bu kovboy yine bir anlatı sayılırdı. ama değerini tam bilemezdin, alıcı olmayınca değer ortaya çıkmıyor. o yüzden çok fazla kendi kendine düşünen insanlar düşündüklerini paylaşırken olumsuz tepkiye karşı büyük öfke duyarlar, düşünceleri o noktaya kadar asfalt yolda ne güzel dümdüz gelmişti… bir de hayali bir imkân olarak ‘hiç anlatısız kalmak’ var. işte ‘insan olmama’ durumu dediğim şey aslında o galiba. hem insan olacaksın hem bir anlatının içinde olmayacaksın, o sanki biraz imkânsız değil mi? sen böyle şeyleri pek bilirsin…” Z’nin benimle dalga geçmesine aldırmadım, onun duymayacağı bir sesle “sen o martıyı kastediyorsun” diye mırıldandım. ama duydu valla, “ne martısı?” diye sordu. “sende de ne kulak var” dedim, “geçen yaz her gün yürüdüğüm kıyıda bir martı görürdüm. bütün yazı tek başına geçirdi. hep aynı kayanın üstünde durur bizim küçük koyumuzu seyrederdi, bazen koyun üstünde uçtuğunu görürdüm, bazen de suyun üstünde yüzdüğünü…” “ama dönüp birine bir şey anlattığını görmezdin” diye sözümü kesti Z. “evet” dedim, “hayvanlarda da birbirinin şahidi olmak vardır, kendi türlerinin şahidi olma durumu türler için olağan bir durum. bir kuş mutlaka ‘kuş olma durumu’yla ilgili bir perspektife sahiptir. o martıya şaşırırdım. seyrediyordu, dikkatliydi, gördüğü şeyler hakkında kendince kuşça bir bilgi kaydı oluşturuyordu, imkânlarını kaydediyordu, yani bir ‘martı’ olarak gücü nelere yeter nelere yetmez deneyimleyerek öğreniyordu… yani bazı şeylerin üstüne gidebilir, bunu biliyordu, ama bazı şeyler karşısında geri çekilmesini bilmeli, bunu da biliyordu… bütün yaz tek başına, düşünsene… türünden ayrı… kime neyi nasıl hangi dille anlatacak? biz olsak o kaya üstünde öyle açığa bakarken deneyimlerimizden kendi kendimize bir anlatı çıkarıp en azından bir ‘ah koca dünya’ demez miydik?” “kıskanmışsın sen martıyı” dedi Z. “evet” dedim gülerek, “anlatısızlığı hepimiz kıskanırız, cennette anlatı olmayacak bence. allah’ın büyük hediyesi ‘anlatısızlık’ olmalı. anlatılar işi her zaman zorlaştırıyor, düğümleniyor her şey.” “demek başta dediğin gibi hiç anlatısız kalabilecek bir türden geliyor olsaydın ben de şu an burada yanında oturuyor olmazdım” dedi, “demek senin cennet düşünde bana yer yok.” bu yaşta bir sevgili edinmenin de bu güzelliği var, kolay kolay alınmıyorsun. “hayır hayır” dedim, sırtımı kanepenin kenarına vererek bacaklarımı kucağına uzattım, “ben insan olmaktan memnunum, sana duyduğum ihtiyacı da seviyorum, ‘serenat’ diye bir şey var düşünsene, sana senin güzelliğini anlatabiliyorum… insan böyle anlatıları imkânsızlığının içinden sızdırıp yarattığı için güzel bir varlık bence. niye seviyorum insanları? serenadı, güzellemeyi, koşmayı, gazeli, kasideyi, baladı, hitabı, romanı, destanı, hikâyeyi, şiiri, sahneyi, müziği, sonatı, senfoniyi, natürmortu, peyzajı, düşünmeyi, kavramı, felsefeyi yarattığı için… varoluşumuzu bütün bu ilhamla anlamlandırdığı için.” sonra başa döndüm, en başta yaptığım kabalığı affettirmek için ufak bir anlam kaymasıyla “yani anlatmadan yaşayabilseydim korona virüsünden korunmak için eve kapatıldığım şu zamanı seninle paylaşamazdım, iyi ki insanım, iyi ki anlatabiliyorum” dedim. seviyorum Z’yi, çünkü ona güzel bir şey söylediğimde beni kendine çekip sarılıyor. başka biri olsa “demek ki bana mecbur olduğunu anlaman için kapatılman gerekiyormuş” derdi.

 

x beş haftadır aynı evde beraberiz Z’yle, bazen uzun koridordan çekip gittiği oluyor, arkasından o dev gibi adamın koridoru dolduran karaltısını izlemeyi seviyorum, çünkü biliyorum, sonra yine aynı uzun koridordan bana geri gelecek. bunu bildiğim için Z’nin bana beraberliğimizin artık kopmadan süreceğine dair bir güven verdiğini rahatlıkla söyleyebilirim. kendimizi mecburen eve kapatıp dışarıdan yalıttık, aslında zor bir dönem olmalıydı ama değil, güzel bir iş bölümümüz var, altmış beşinci yaşımın iki ay altında olduğum için alışverişe ben çıkıyorum, o ise döndüğümde beni elinde yüzde yetmiş etil alkollü dezenfektan ile karşılıyor, aldıklarımı tek tek dezenfekte ediyor, beraber dolaplara yerleştiriyoruz. patates, soğan gibi şeyleri balkondaki masanın üstünde karantinaya almayı o akıl etti mesela. böyle kolaylaştırıcı fikirleri oluyor sık sık. ya bir yerlerde okuyor ya da uzun koridordan çekip gittiği yerde birilerinden duyuyor, bilmiyorum. bütün bunları yaparken ben ona devamlı hayatımı anlatıyorum, eski fotoğrafları bulup gösteriyorum. neler neler olmuş, neler geçmiş başımdan, olayların bolluğundan çok sertliğine şaşırıyorum, ne sert bir hayatım olmuş. dün gece yataktayız, karanlıkta ben dönüyorum, o dönüyor, belli ki ikimiz de uyuyamıyoruz. birden karanlığın içinden konuşmaya başladı, güzel kalın bir sesi var, hele yakından dinlediğin zaman ne söylese inanasın geliyor. biraz konuştuktan sonra anladım, ona sabah anlattığım bir şey hakkında konuşuyordu. “senden alınan şey, bir daha yerine konulamayacak bir parçandı” dedi, hiç kesmeden sonuna kadar dinledim, “bunca yıl geçti, koyamadın zaten. bir gün geldi, senden bu kadar hayati bir şeyini çalan hırsızı affettin. intikam alabilirdin, almadın, affetmeseydin ömrünün geri kalan kısmında sevgiye olan inançsızlığın, intikamın, nefretin esiri olacaktın. affettin, ama affedince bu sefer de affettiğin hırsızın kölesi oldun. onu bir daha hayatına sokmadın elbette, ama onu affederek onun uzaktan da olsa kölesi oldun. affetmek unutmak değildir, tam tersi bir sürekliliktir… o affı sürekli besleyecek iyi duyguları hayatın boyunca bir madenden kazarak çıkarır gibi çıkarmaya vazifelendirilmiş bir köle oldun, zincire vurdun kendini. köle olmak sana nefretin esiri olmaktan daha kolay geldi, köleliği tercih ettin, affettin. insanlık sevgisinin köleliğin içinde hiç olmazsa daha kolay barınabileceğini düşündün, barındı da. bak, insanları hâlâ sevebiliyorsun.” bu Z bayağı akıllı bir piç… “sevme yeteneğini nefrete kurban etmedin. o çok ağır bir yük olurdu. hırsızlıktan sonra senden çalınan şey olmadan da yaşamaya devam ettin, çok sevdin, çok sevildin. zaten sevgi olmasaydı bu gönüllü köleliğin aşağılayıcılığına katlanamazdın. eğer baştan nefretin esiri olmayı seçseydin bu kez de sevemezdin, sevilemezdin. sevgililerin sana sarıldığında onlara ‘beni çok sev’ dedin hep, kim bilir ne düşündüler. ‘beni çok sev’ diyen bir erkek. ‘ancak ibneler böyle sıkı sıkı sarılır’ demiş ya bir tanesi. hayır, bence doğru değil, ibnelikle alakası yok. insan bu kadar büyük bir kaynaşmayı neden arzular, ben kendi düşüncemi söyleyeyim… onlar korkar kaynaşmaktan, bunun bu kadar açıkça ortaya konması da güçsüzlüğün kendini ele vermesi gibi gelir onlara, değil halbuki. güçlü olmadan kimse bu kadar sıkı sarılamaz. insan ancak, kendisinden çalındığı için yerine tekrar koyamayacağı şeyi acaba başka bir insanda bulup yerine koyabilir miyim diye sarılır böyle. ancak cesurlar arar bunu böyle… kaybettiğin şeyi başkasının cebinde bulabilir miyim diye cep karıştırmak gibi.” sözünü kesip onun bıraktığı yerden ben devam ettim: “sarılma bittiğinde sarıldığın insanın tedirginliğini de kollarının arasında hissetmiş olarak bir ara verme ihtiyacıyla gider çay koyarsın” dedim, “daha sarılmadan bilirsin zaten orada değil aradığın. ama sarılmasızlık nefretin soğuk mekânıdır. sevgi arayan köleleri aptal sanmayın. çayları koyarsın, döner yanına oturursun, bir elinle içerken diğer elinle de ona dokunursun. arayış hiç bitmemeli. senden alınanı aramak senin köleliğin, sevgiye inancı arayacaksın, acımayı arayacaksın, kardeşliği arayacaksın, aşkta kaybolmayı arayacaksın.” “çünkü bunlar alındı senden” dedi Z, “bunları artık asla bulamayacağını baştan söylemişti sana içinden bir ses, ama arayışta sevgi var diye arayacaksın. yoksa nefret hâkim olur, çay buz gibi olur.” Z… bir insan bu kadar mı yakın olur başka birinin duygularına… elimle yokladığımda kısa saçlarına dokunmasam karanlıktan kulağıma konuşan bu davudi sesi rüyada duyuyorum sanacağım.

 

x Z rastladığı bazı şeylere sanki yabancı bir ülkedeymiş gibi şaşırıyor. altmış beş yaşının üstünde olduğu için sokağa çıkamıyor, sokak işlerini ben yapıyorum. benim de bir buçuk ayım kaldı altmış beşime, bu bir buçuk ay sonunda sokağa çıkma yasağı hâlâ devam ederse ikimiz de yasaklı ne yapacağız bilmem. Z sokağa çıkamıyor ama bazen, ben meşgul olduğumda, asansörle aşağıya giriş katına inip kapıcıdan bir şeyler rica ediyor. bu sefer yüzünde büyük bir şaşkınlıkla geri döndü. ne olduğunu sordum. “kapıcı…” dedi, “çok utandım.” “ne oldu” diye sordum tekrar. “ben gittiğimde birkaç adam ellerindeki zarftan para çıkardı, kapıcıya verdi” dedi, “zarftan çıkarmaları tuhaf geldi, ben de seyrettim. zarf bayağı doluydu. artık beş yüz lira mı bin lira mı verdiler, utançtan paraya bakamadım.” “normal” dedim, “sen evimizin içindeki bu sakin halden dışarıda bir destan yazıldığının farkında değilsin.” “ne destanı?” diye sordu. “bizim ülkemizde her yıl bizim gibi insanları dışarıda bırakan büyük bir destan yazılır” dedim, “bu yıl da korona destanı yazılıyor.” “kocaman bir fotoğraf makinesi vardı ellerinde. parayı kapıcının eline uzatırken fotoğrafı çeken ‘gülümse abi… gülümse abi’ diyordu.” “iyi ya işte destanı belgeliyorlar, ne var bunda” dedim. ben tabii Z’nin olayı benim gibi hemen anladığını sanıyordum, en kritik konuyu anlamadığını bana “tamam da kimdi o para verenler ?” diye sorunca anladım. elinden tutup her zaman oturduğumuz kanepeye götürdüm, parayı verenlerin kim olduğunu anlattım. baktım hâlâ soru dolu gözlerle bana bakıyor. biraz daha geniş bir çerçeve çizmeye karar verdim. “Z” dedim, “seni buraya getiren ben olduğuma göre, anladığım kadarıyla, sana burası hakkında biraz daha bilgi verme görevi de bana düşüyor. bak biz sabahtan beri bu evde tolstoy okuyup schubert dinliyoruz, ama yok öyle yağma… dışarıda bambaşka bir hayat var artık. bu koronadan önce de böyleydi. ben şahsen onlar açısından bir ‘mankurt’um.” “o ne demek ?” diye sordu. “tam anlatması uzun sürer” dedim, “ama bizim efsanelerimizde akıl yoksunu bilinçsiz köle anlamındadır. bugünlerde ise ‘ulusal kimlikten uzaklaşan, içinde bulunduğu topluma yabancılaşan’ anlamına geliyor.” Z şaşırarak sordu: “sana neden mankurt diyorlar?” “her yıl yazılan yeni destanlara inanmadığım için” dedim. “korkmuyor musun?” diye sordu. “hayır” dedim, “kavramlar için bir mezarlık yok. kavramlar onlara inançla tutunanların içinde gömülürler.” “bizim toplumumuzun anlatı açlığı kapanmaz büyük bir açlıktır” diye devam ettim, “bunu analiz eden bizim ontolojimizi analiz etmiş olur. coğrafya sorunu olan bir ülkeyiz biz. büyük anlatılara ihtiyacımız bitmez. bu dinlediğimiz adam var ya, schubert, o kadar çok ezgi yaratmış ki sonradan gelen schumann ondaki ezgi bolluğunu ‘sıkıştırılmış lirik delilik’ şeklinde tarif etmiş. bizdeki de sıkıştırılmış epik deliliktir.” Z, “şimdi o para veren adamlar kendilerine anlatı mı satın alıyorlardı?” diye sorunca ayak parmaklarımın üstünde biraz yükselerek ona sarılıp ‘seni ben nasıl oldu da buldum’ dercesine uzun uzun öptüm. sonra bana bir şey daha söyledi ki artık tamamen birbirimize ait olduğumuzu anladım: “ben seni ilk gördüğümde benden bir parça olduğunu nasıl anladım biliyor musun” dedi, “baktım, youtube’ta ‘otomatik oynat’ düğmesini kapatmıştın, bir işarettir, çok şey ifade eder.”

 

x mutfakta ayakta dururken birden ikiye ayrıldım. bir tarafta bankonun üstünde duran cips paketine saldırmak isteyen, o an kimsenin söz geçiremeyeceği kadar güçlü bir hayvan, diğer tarafta o hayvanın ortaya koyduğu iradenin durdurulamazlığını şaşkınlık içinde izleyen, kendini o hayvana teslim etmemek için dizginlemeyi becerebilen ‘akıl baliğ olmuş’ olgun bir gözlemci. cips isteyen hayvanı serbest bıraktım. cips paketini nasıl kaptığıma, nasıl çaresizce parçalayarak açtığıma, hızla salona geçerek Z’nin şaşkın bakışları altında bir paket cipsi nasıl iki dakkada yiyip bitirdiğime, sonra mutfağa koşarak dönüp dolapları adeta bir radar gibi tarayıp ağzıma iki iri parça da havuç turşusu attığıma bakıp iğrenmek için bir başkasına ihtiyacım da yoktu, ben görüyordum, yaptığımın iğrençliğini daha yaparken gözlüyordum. her şeyi kendi vücudumda gerçekleşen bir işgal saldırısının canlı yayınını seyreder gibi seyrettim. salona dönüp Z’nin yanına oturdum, “koca bir kova kentucky fried chicken yemek istiyorum” dedim, “yanında da iki porsiyon vıcık yağlı kızarmış patates, sonra da yağlı parmaklarımla bir sigarayı paketinden çıkarıp yakmak, dumanını yukarı doğru savurmak, sigaraya tekrar başladığım için kendimi tebrik etmek…” böyle istemsiz ele geçirilmelere alışkınım aslında, sonuçta kendimi bildim bileli iki bacağını birden sallayan bir adamım, o bacakları sallayanın ben olmadığımı benden iyi kim bilebilir? bana gözleriyle “sallama artık o bacakları” diyen çok olur, herkese isyan edemem ama anneme rahatlıkla isyan edebildiğim için onu çoğu zaman “ben sallamıyorum, başkası sallıyor” diye azarlamışımdır. herkes gibi benim de içimde bir akıl dağı var. orayı kendime mekan edinmekten kaçarım, akıl dışılığı daha gerçekçi buluyorum. yüksek akıl dağımda yaşayan yansız gözlemcinin sallanan bacağımı tepeden şaşkın gözlerle seyrettiği çok olmuştur, bir noktadan sonra ‘biri’ ele geçirir bacaklarımı. akıl dağındaki ‘muktedir koç’ ona hükmetmekte aciz kalır. koçum benim, biz ölümlüler için hayat sana olduğu kadar basit bir şey değil… yalnız bacaklarımın sallanması değil tabii… beni ihmal ettiğini düşündüğüm sevgilimin ev numarasını sabaha kadar o zamanki çevirmeli telefonlarda nasıl deli gibi üst üste ‘çevirdiğimi’, çıkan çırll çıçıçıçıçıçı – çırll çıçıçıçı seslerinden nasıl adeta hiptonize olduğumu, telefonu her seferinde uykusunu kaçırdığım annesi açtığından kadıncağızın yüzüne kapatıp sonra tekrar nasıl aradığımı, kendimin seyircisi olarak kendimden nasıl utandığımı, telefonu çeviren elin nasıl özerklik kazandığını, hepsini bilirim. o kadar çok zapt olundum ki… “kim bu?” diye sordum Z’ye. “mutfağa gitmeden az önce bana anna karenina’daki levin karakterini neden sevdiğini anlatan sen değilsin kesinlikle” dedi, “ama yine de sensin.” “bu sefer onu o kadar yakından gördüm ki…” dedim, “o kontrolsüzün bana ‘uzat kolunu, kap o cipsi, bana direnme’ dediğini o kadar net bir biçimde, o kadar yakından, o kadar kuvvetle duydum ki korktum.” “nasıl oluyor bu?” diye sordum, “aslında bu sefer yeni olan şey ona teslim olmadan, orada öyle sakin sakin onu gözlememdi. eskiden beni tamamen ele geçirirdi, her yer onun haklılığıyla dolardı. bu sefer ne yapmak istiyorsa yapmasına izin verdim ama onda kaybolmadım.” “aslında daha tuhaf olanı söyleyeyim mi sana” dedi Z, “evet, cipse doğru atılan dürtüsel biri var… sonra onu akıl dağından bakarak gözleyen bir başkası daha var… ama dikkat et onların arasındaki ilişkiyi seyreden biri daha var orada, şu an benimle konuşan o üçüncü.” “kaç kişiyiz biz?” dedim korkarak. “beş haftadır bu evdesin, günde en fazla bir saat çıkıp hava alıyorsun, karantinada sayılırsın, benden başka dokunduğun biri yok, sonunda seni sen yapan o kalabalık sahne trafiğinin böyle serbestçe görünür hale gelmesi normal” dedi. “ne yapmam lazım acaba?” diye biraz da kendi kendime sordum, “bu cips olayı beni korkuttu.” “korkutmasın, ben varım” dedi Z, “ben yüksek akıl dağının zirvesindeyim, ikimizin arasındaki aşk ancak buradaki bu tutarlı havada yaşayabilir. beni burada zirvede yanında tut, zirveden aşağıya yani dağın eteklerine inen yamaçlarda istediğin kadar salabilirsin kendini bence… kargaşadan korkma. dışarıdaki baskı o kadar yoğun ki bütün varlığını bu eve topladın, şu an bütün varlığınla buradasın. o şamanı hatırlıyor musun, ruhunu geri toplama seansı yapmıştı sana. işte buradasın. ruh da öyle sana anlatıldığı gibi tek bir yüce varlık değil, içinde iti var kopuğu var, tiklisi var, kontrollüsü var… insan ancak bütün varlığıyla bulunduğu yere ev der, belki de burası annen öldüğünden beri ilk defa senin için tekrar bir ev haline geldi. hem sonra biraz şu içinde yaşadığın ülkeye baksana… gurur, kibir, efsaneler, destanlar, büyük vazifeler, örnek insanlar, hükmedici öğretiler, fetihler, keskin bakışlar, lanetlilik, erkeklik, zebercetler, bekçi murtazalar… bir yanda bunlar, ama bunların hemen yanında tam tersi şeylerin, yani merhametin, evlat delisi ırazcaların, kalbimizi yumuşatan şabanoğlu şabanların, kendini fütursuzca duyguların arenasına atan ‘adı vasfiye’lerin, altın kalpli recep ivediklerin, salakoların, keloğlanların ülkesinde yaşıyorsun… kaç kişi olmayı umut ediyordun, tek başına geldiğin bu dünyada tek başına ilerleyecek lüksün var mı senin?”

 

x bugün yirmi beş nisan, sokağa çıkma yasağının üçüncü günü, ‘gönüllü’ sayılan korona karantinasının altıncı haftası. Z yanımda olmasaydı boşlukta sallanırdım, ama şimdiki halimi daha çok ‘sürüklenme’ diye adlandırabilirim. hani tennessee williams’ın ms. stone’un roma baharında tarif ettiği ‘sürüklenme’, the drift, fatih [ özgüven ] ‘kapılıp gitme’ olarak çevirmiş, hani şu “kişi[ nin ] döne döne akıp giden sular ya da dumanlar evreninde boğulmasa bile, kayıp gidiyormuş duygusuna kapıl[ dığı ]” anlar, the drift, sürüklenme. nedeni olmadan oradan oraya sürüklenme, hani “bir amacı değilse bile bir yönü olan”, hatta “kimi zamanlar yön[ ün ], görüp göreceğimiz tek amaç ol[ duğu ]” sürüklenme.” “aman vermeyen sellerin ortasında [ … ] zamanın burgaçları içinde kâh birbirine çarparak uyumsuz sesler çıkaran kâh bir rüyada arka arkaya gelen görüntüler kadar bile anlam taşımayan kesintisiz, biçimsiz bir çamur seline kapılıp giden yığınla nesnenin gelişigüzel akışı [ … ]”. sürüklenmeyi tarif etmeye şöyle devam ediyor williams: “boşlukta sallanmak kapılıp gitmenin [ sürüklenmenin ] tam tersiydi.” tennessee williams hayranlığı edebiyat sevgisinde bir ölçü olmalı bence, o hayranlık yoksa ‘edebiyat sevgisi yeterli düzeye erişmemiştir’ diye not düşülmeli, bu da benim kişisel kanaatlerimden biri… başa dönüyorum, Z yanımda olmasaydı boşlukta sallanırdım, ama şimdiki halimi daha çok ‘sürüklenme’ diye adlandırabilirim. onunla aynı yatakta tek bir vücut olarak uyanmamızın ardından gün içinde bir konudan bir konuya, sanki bütün o konular birbirine bir anlam zinciriyle bağlanmış gibi, hiç yadırgamadan kayıp gitmemiz olmasa işte o zaman bu bir sürüklenme değil, williams’ın dediği gibi ‘boşlukta sallanma’ olurdu, yani sürüklenmenin ya da kapılıp gitmenin tam tersi. ben tam bunları yazarken “yine ne yazıyorsun?” diye seslendi Z. dönüp “seni” diye cevap verdim. alacağı cevabı zaten biliyordu, bir kaşını kendiyle gurur duyduğunu belli eden bir gülümsemeyle kaldırdı, seyrettiği filme devam etti. ben de oturduğum yerden bir müddet onu seyrettim. Z’de bulunduğu her yeri olumlayarak dolduran bir varolma gücü var. bir mekân ancak tamlık içinde doluysa orada olduğumuzu hissediyoruz, öyle değil mi, yoksa her yer dört kuru duvar. şu an varlığıyla salonu dolduruyor, arkamdan mutfağa geldiğinde mutfak doluyor, beraber duş alırken banyo doluyor, gecenin sessizliğini dinlemek için balkona çıktığımızda balkon doluyor, yattığımızda ben küçülüyorum – o büyüyor, yatağım doluyor. yerimden kalktım, yanına gidip oturdum, omzumu koluna dayayarak varoluşumu güvence altına aldım. günlerdir 1950’lerde çekilmiş türk filmlerini izliyoruz. atıf yılmaz’ın hıçkırık’ı (1953) çok güzeldi. ama ben tanju gürsu’yu çok beğendiğim için esas tığ gibi delikanlı’yı (1964) çok sevdim. baktım şimdi de neriman köksal’ın fosforlu cevriyesi’ni (1959) seyrediyor. “niye beni beklemedin?” diye sordum. “sen mevcudiyetimizi çözmekle meşguldün şerlok” dedi, omzumla kolunu “alay etme” der gibi ittim, sesinden hafifçe güldüğünü anladım: “daha geçen gün çok sevdiğin bir yayıncı arkadaşın yeni çıkan romanını ‘bekleyeni olmayan kitaplar’ sınıfına sokunca, öyle olduğunu kendin de bildiğin halde nasıl üzüldüğünden söz ediyordun” dedi, “hâlâ gidip gidip bekleyeni olmayan şeyler yazdığın için seni kutluyorum.” “ölmesini istemediğim romantik düşlerin yaşamaya devam etmesi için onlara birer ağız bulup oraya yerleştirmek… bu benim en iyi bildiğim şey” dedim, “sana anlatmış mıydım” diye sorunca filmi durdurdu, bana doğru döndü, ben de daha telaşsız bir şekilde anlattım: “ömer [ şişman ] ankara’da kitap fuarındaki standa gelen birinden söz etti geçenlerde” dedim, “bak bu anekdot durumu çok iyi özetliyor… biri geliyor, benim kitaplarıma bakıyor, ömer hani belki kitaplarımı satın alır diye beni bilip bilmediğini öğrenmek istiyor… parçalı ham’ı bildiğini söylüyor adam. ömer ‘okudunuz mu’ diye soruyor. ‘biliyorum biliyorum’ diyor adam, ‘okumadım, ama biliyorum’ diyor. işte bizim halimiz ahvalimiz bu…” Z filmi tekrar başlattı, filmde neriman köksal bir viranede serseri rolü oynayan orhan günşiray’la karşılaştı. baktım orhan günşiray’dan bayağı da etkilendi, “bir viranede karşılaşmanın böyle romantize edilmesi için virane kokusu denilen o ağır kokunun duyulmuyor olması şart” dedim, “filmde kokunun olmaması anlatının işini nasıl da kolaylaştırıyor görüyor musun? yoksa ülkemizde çiş kokmayan bir virane mi var?” Z filmi seyretmeye devam ederken ben kucağıma bilgisayarımı alıp google’da ‘movies have no odor’ (filmlerde koku olmaz) araması yaptım, biraz okuduktan sonra Z’ye “1950’lerdeki smell-o-vision,1959’daki aroma-rama uygulamalarını duymuş muydun?” diye sordum, cevabı beklemeden “hiçbiri başarılı olamamış tabii…” dedim, “dil kokudaki inatçı dirim karşısında yetersiz kalır. kan kokusunu tarif edebilir misin? koku anlatıyı her zaman tehlikeye sokar, anlatıyı deler, kötü kokan bir şeyi romantize etmek de zor olur. insan köroğlu’nun at üstünde ter koktuğunu bilmek istemez. dünyadaki her şey de istediğimiz gibi güzel kokmaz maalesef” diye devam ettim. “korkma, söyle” dedi Z, “dünyada çoğu şey kötü kokar.” ben de “koku yoksa, anlatı kendini inandırıcı kılmakta güvende hisseder” diye devam ettim, “sözleriyle resim çizebilen yazar ne şanslıdır, ama sözleriyle kokuyu ayağına kadar getirebilen yazar neredeyse yok gibidir.” gördünüz mü Z’yle nasıl ‘sürükleniyoruz’, kapılıp gidiyoruz basbayağı… o yüzden kapanma günlerimin nasıl geçtiğini anlamıyorum bile. normal zamanda kapılıp gitmekten şikâyet edebilirdim ama sokağa çıkma yasağı olan bir günde asla yapmam bunu. kapılıp gitmek en iyisi… tam bilgisayarımı kapatıp neriman köksal’a geri dönecektim, ekranıma bir haber bildirimi geldi. Z bildirimi benimle beraber okudu, “ne düşünüyorsun diyanetin tartışılan bu demeci hakkında?” diye sordu. “nerede yaşadığımı iyi bildiğim için hiç şaşırmadım” dedim, “bu konuda hiçbir zaman tatlı bir rüya görmedim. kimlerin arasında yaşadığımızı biz biliyoruz. yirmi sekiz daireli bu apartmanda herkes seni benim arkadaşım sanıyor, sevgili olduğumuzu kimse bilmiyor, bilip kabul etmeleri fütüristik bir rüya olurdu. bütün bu gerçekçiliğime rağmen yine de en büyük korkum dünyaya geldiğim şekle bürünememenin sıradanlığına geri dönmektir, ben ‘özcüyüm’ derken bunu kastediyorum, ait olduğum bir forma doğru yolculuğumun tamamlanması gerekir, bunu da yoluma çıkan abdülkadirselviler, hilalkaplanlar önleyememeli.” başımı koluna yasladım, ayaklarımı önümüzdeki ayak iskemlesine uzatarak onun ayaklarına doladım, birbirine dolanmış dört koca ayak bana son sevgilimi hatırlatsa da bu hatıradan çabuk vazgeçtim, Z bana “dünya üzerinde herhangi bir yerde ‘burası neresi’ diye bir kuşkuya düşersen” dedi, “ artık öğrendin, yol çatallaşınca beni çağırırsın, uzun koridordan seyirtip gelir, pusulayı önümüze koyarım.”

 

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr