çene. anlık notlar, anlık iletiler.

 

x Z’nin uzun koridordan yürüyerek gelmesini bekliyorum. “Z, neredesin, hadi gel” diye seslendim içeri. gelince bir şey yapacağımızdan değil, çoğunlukla öylece oturup çene çalıyoruz. bana “bir virüs yüzünden tek başına eve kapanacaksın” deselerdi, kendime daha kahramanca bir kapanma hayal ederdim, romanlardaki gibi büyük geri dönüşler, büyük iç hesaplaşmalar… “salgın bittiğinde o eski adam gitmiş, ahmet artık bambaşka bir insan olmuştu”, yalan. öyle olmuyor, burada neredeyse doncak oturmuş, “hayatım boyunca geleceğini umduğum o efsanevi aydınlanma anı şimdi de gelmeyecekse ne zaman gelecek” diye bekliyorum. Z’ye olan ihtiyacımın sınırlarını yanlış çizmek istemiyorum, onsuz da iyiydim ben, sikmişim yalnızlığı, ama onu bulunca daha iyi oldum, insan bence iki kişi yaşamalı, insanın olağan kurulumu böyle. ilk sevgilimin elleri, ikincisinin gülüşü, onun ayağı, bunun gözü, birinin boyu, diğerinin sakinliği, teslim oluşu, teslim alışı… seni böyle böyle kafamda bir toplam olarak yarattım Z, adını ondan Z koydum. hayatıma girip yaşlılığımı dolduracak sonuncu sevgili, güzel hayalet, Z brikolajı, başkalarından sökülüp bir araya getirilmiş güzel parçalar. 

 

x Z uzun koridoru geçerek gölge gibi yanıma geldi. onda ilk sevgilimin aldatıcılığını görüyorum bazen, ama yine de merakını samimi buluyorum, onunla konuşmak hoşuma gidiyor. “dikkat ediyor musun” dedi, “salgının nasıl hızla yayıldığı hakkında her gün okuduğumuz haberlerin dışında ölümle doğrudan bir ilişkimiz olmadı henüz, ölüm yakın çevremizde kimsenin kapısını çalmadı daha.” “belki de çalmaz” dedim. “ambulans sesleri henüz avrupa’da olduğu gibi günlük hayatımızın bir parçası haline gelmedi, kapımızı çalan şimdilik yalnızca haber kanallarındaki haberler” dedi. “kapımızı” demesi hoşuma gitti, kapımız, ikimizin kapısı, “evde bir sevgilim var” diye düşündüm. “salgının başından beri nasıl da hiç akıl etmedik, hadi gel ingmar bergman’ın yedinci mühür’ünü tekrar izleyelim” dedim. “tekrar mı, ben o filmi hiç görmedim” dedi. doğru, yedinci mühür’ü Z’yle değil ilk sevgilimle beraber seyretmiştim, hiç sesimi çıkarmadım, filmi buldum, seyretmeye başladık. filmde de aynı şu anda yaşadığımız gibi öldürücü bir salgının yaklaştığı haberi ölüm filmin kahramanları için henüz gözle görünür olmadan çok daha önce geliyordu. bir tarikat kasaba kasaba dolaşıp ölümün günahlar yüzünden verilen bir ceza olarak yaklaştığını haber veriyordu. Z, filmdeki silahtar jöns’ün tam “bize bir şeyler olacağını hissediyoruz ama ne olacağını bilmiyoruz” dediği anda filmi durdurdu, “hadi kalk çay koy” dedi. bunu böyle söyleyen son sevgilimdi, çayı o böyle kaba bir emir gibi isterdi. “başka türlü söylemeyi bilmediği için” diye düşünerek Z’yi de son sevgilimi hep hoş gördüğüm gibi hoş gördüm, çayı hazırlayıp geldim. zaten film bitmek üzereydi, tamamlayıp konuşmaya başladık. “resmî haber kanalları korkuyu körüklememek için ölümü sayılara indirgeyerek hatırlatmayı tercih ediyor” dedi, “insanlarda rastladığımız sorgulamaların hiçbiri henüz ölümle doğrudan yüzleşmenin getirdiği sorgulamalar değil. o tip bir sorgulama filmdeki gibi daha metafizik bir sorgulama olurdu. ölüm yakınına geldiğinde kimse küresel ısınmayı suçlamaz.” bu duyduklarımı hiçbir sevgilim böyle düşünemezdi, ilk defa böyle bir belirleme tarzına sahip bir sevgilim oluyor, demek Z diğerlerinden farklıydı, onunla diğerlerinden daha rahat konuşabilecektim. “daha nisan ayının ilk haftasındayız, acele etme” diye cevap verdim. “belki de metafizik sorgulamaların devri geçti” dedi, “gerçekten ahlaki bir sorgulama da göremiyorum henüz, eve girip çıkarken dikkatsiz davrandığın için evdeki anneannene korona virüsü bulaştırdığını, kadıncağızın senin yüzünden öldüğünü düşünseydin, bu tip bir dikkatsizliğin getirdiği suçluluk duygusu peşini bırakmazdı, işte o zaman gerçekten ahlaki bir soruşturma başlardı. şu an uzaktan duygudaşlığa dayalı sorgulamalara rağbet var, bu tip sorgulamalar ahlakın sahtekârlarına çok imkânlı bir oyun alanı sağlıyor, duygudaşlığın sahtekârı çok olur.” içimden “haklı” diye düşündüm. “sokağa çıkma kısıtlamalarına rağmen ekmek parası için sokağa çıkmaya mecbur olanlara karşı hissedilen duygudaşlık mesela, değil mi?” diye sordum. soruma “çevremize sözle tekrar tekrar diğerkâmlığı hatırlatmak ahlaki bir yüzleşme sayılır mı sence?” diye soruyla cevap verdi. “bana inandırıcı gelmiyor” dedi. melih cevdet’in defne ormanı şiiri geldi aklıma, bulup yüksek sesle şiirin hemen girişindeki mısraları okudum: “köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri / için felsefe yapıyorlardı, çünkü / ekmeklerini köleler veriyordu onlara.” “ne kadar doğru yazmış” dedi, birden ayağa kalktı. “sen bana bakma, ben her şeye itiraz ederim, huyum bu. hatta bazen arkadaşlarıma ‘atın bir konu, karşı çıkayım’ dediğim olmuştur” dedi. uzun boyluydu, oturduğum yerden yukarı doğru ona bakarak “daha etraflıca düşünebilmek için senin bilinçsizce kullandığın bir yöntem o” dedim. “şimdi az önce yanına geldiğim şu uzun koridordan bu sefer gerisin geriye kaybolsam beni bir dahaki gelişime dek sevmeye devam eder misin” diye sordu. ardından “aşkın öyle bir gücü var” diye seslendim.

 

x Z bugün geç uyandı, bense çok erken kalkmıştım. uzun koridoru geçip yanıma geldi. kucağımda bilgisayar, haberleri okuyordum. “hem güne haberlerle başlamayı yanlış buluyorsun hem de her sabah güne haberleri okuyarak başlıyorsun” dedi, “ne diyordu senin nietzsche, düşünme tutkusuna sahip olan biri siyaset tutkusu olanlar gibi her gün gazete okumaktan kaçınacaktır, doğru mu hatırlıyorum?” “evet, aşağı yukarı doğru, düşünme tutkusu değil, felsefe tutkusu diyor ama anlamca demek istediğine yaklaştın, haklısın” diye cevap verdim. dün çevrimiçi alışveriş yoluyla sabahları iyi kahve içmeyi en azından bir ay garantilemiştim. Z’ye kahve koyarken mutfaktan bağırdım: “salgının ilk günlerinden beri hiçbir şey eskisi gibi olmayacak deyip duruyorlar” dedim. bilgisayarımı kucağına almış, açık duran haber sayfasına bakıyordu. benden daha yaşlı olmasına rağmen bayağı yakışıklıydı Z, max von sydow’a benziyordu, çok şanslıydım. “korona salgınından büyük ahlak dersleri çıkaracak değilim” dedim, “toplumsal örüntüye o kadar meraklı olmadığımı bir kere daha anladım. dünyanın bu salgınla hangi yönde değişeceğini ilk günden anlayanları da kutluyorum, hiçbir zaman onlardan biri olamadım.” kolunu omzuma atıp beni kendisine çekti, “biraz bekleselerdi bari” dedi, bilgisayar ekranına beraber bakmaya başladık. “her yeni şey bir ‘acaba’ ile başlar, bunlarda ‘acaba’ yok, her şeyin en doğrusunu liberaller bilir, aldırma” dedi. Z’ye duyduğum aşk daha henüz yeni beraber olmaya başladığımız halde bu sihirli saptamayla o an on basamak yukarı sıçradı. “dünyanın ne yönde değişeceği konusunda önüme konulan senaryolara karşı duyduğum isteksizliğe bakarak söylüyorum, sanırım bendeki eksik kusursuzluk ülküsü” dedim, “o ülkü olmayınca dünyanın başına gelen şeyin o ülküye giden yolda bir ivme mi ya da tam tersine bir apokalips mi yaratacağını hemen göremiyorum. kıyametçilik yok bende. insanlığın ışığının parlayacağı bir tasarım peşinde olmadığım için yolumuzu kesen ya da hızlandıran şeyleri de hemen fark edemiyorum. fark ettiğim şeyler daha yakınımda yani hemen etrafımda dibimde olup biten şeyler…” “kahve çok güzel” dedi gülerek, “biterse bir daha bu uzun koridordan çıkıp yanına gelmem bak.” “merak etme” diye cevabı yapıştırdım, “bir aylık stoğumuz var, hem sen altmış beş yaşın üstündesin, dışarı çıkamazsın, bana mecbursun, benim o yaşa daha iki ayım var” dedim. çenesini ekrana doğru uzatarak “bak biri ‘veba da kilisenin çöküşünü getirdi’ diye yazmış, tabii bunlar tarihi de kendileri gibi değişim yanlısı rasyonel bir düşünür zannediyor, korona salgını bitince tarih baba gerekli ayarlamaları mutlaka hemen hiç beklemeden hızla yapacaktır” deyince uzanıp yanağından öptüm Z’yi. “veba kilisenin çöküşünü hızlandırmıştır, ama tarihin en hızlı hali bile gözle görülebilen bir hız değil” dedim, “‘tarih bunları yazacaktır’ diyen birisini görürsen, anla ki o tarihten anlamıyor.” “tarih bunları yazacaktır” dedi gülerek, komik adam ya, mizah duygusu olan adamları çekici buluyorum.

 

x her sabah olduğu gibi bu sabah da uyuşuk uyuşuk gerinerek bütün günü evde tecritte geçireceğim bir güne uyandım. “sokağa çıkmayın” diyorlar, ben de içimden “zaten çıksam nereye çıkacağım” diye cevap veriyorum. uzun koridordan gelen ayak sesleriyle tamamen uyandım, Z yatak odamın kapısında durdu, iki eliyle kapı boşluğunun iki yanını tutarak bana bakmaya başladı. “günaydın” dedi, başıyla bedenimi işaret ederek “hayrola” diye sordu. utanarak örtüyü üstüme çektim, çünkü korona tehdidinin bendeki en beklenmedik etkisi yaşımdan beklemediğim bir azgınlık olmuştu. “yakın arkadaşlarıma da sordum, herkeste değilse bile birçoğunda aynı sertleşme var. öldürmeyen allah öldürmüyor” dedim. kalktım, önümden yürüyen Z’nin kocaman karaltısının ardı sıra uzun koridordan salona doğru ilerlerken “demek ki tehdide karşı aldığımız bütün bu tedbirlerin öldürüp etkisizleştirdiği şeye, gizliden gizliye yaşadığımız ‘yaşamın sonu geldi’ korkusu hayat veriyor” dedim, “tedbirin öldürüp indirdiğini korku canlandırıp kaldırıyor.” Z bu son cümlemi çok komik buldu, dönüp gülerek yüzüme baktı. “sana bir hikâye anlatayım mı?” diye sordu. anlatsın tabii… başka türlü günler nasıl geçecek? kanepeye bacaklarımızı karşılıklı birbirimize doğru uzatarak doncak oturduk. bilmem herkes erkeklerin bu teklifsiz yakınlığını benim kadar güzel buluyor mu? gladyatörlerin kardeşliği gibi… “erzincan’da 1983’te askerlik yaparken sıkı bir deprem oldu” diye başladı, aynı dönemde ben de oradaydım ama şimdi bunu söyleyip işleri karıştırmak istemedim, sessizce dinlemeyi tercih ettim. “yatakhaneyi yemekhaneye taşıdık” diye devam etti, “orada yatıp kalkıyorduk, kışlanın düzeni tamamen değişmişti. lakabı matkap olan çok yüksek rütbeli bir komutan yapılan değişiklikleri teftiş etmek için tugayı ziyaret edecekti, teftişe çok sıkı hazırlandık, yastık kılıfları ters yüz edildi, yerler paspaslandı, mıntıka temizlendi, parkalar sabunlu bezle silindi. adamın çok sert biri olduğu söyleniyordu, ‘adı gibi oyar’ deniyordu, hatta yıllar sonra darbe döneminin en acımasız işkencecisi olduğunu öğrendim. neyse işte, komutanın teftiş saatinde şansa bak ki bana yatakhane nöbeti düştü, şansa bak diyorum çünkü yatakhane nöbeti tek başına tutuluyordu, çok korkmuştum, heyecan değil korku. hiç kullanılmayan ama teftişe her zaman tiyatro sahnesi gibi hazır bekleyen bir teftiş yatakhanesi vardı, hayaletlerin yatakhanesi. çarşaflar her zaman tertemiz pürüzsüz bir şekilde ani bir teftişe hazır beklerdi. akşam saat tam yedide cebimde bir fıstıklı damak kare çikolata ile yatakhaneye gittim, ışıklar kapalıydı, pencereden gelen ışıkla aydınlanan bomboş bir yatakhane düşün, aşağı yukarı 250 yatak var, ışıklar kapalı kalsın dedikleri için o yarı karanlık dramatik mekânı bir aşağı bir yukarı adımlıyorum, çok korkuyorum, ya oyarsa, kendinden düşük rütbeli komutanlarla beraber yemek yerken aniden verdiği hazır ol komutuyla onlara atatürk’ün gençliğe hitabesini ezberden okuttuğu söylenen zalim bir adam, ödüm patlıyor, önce damak çikolatayı nasıl olduğunu anlamadan iki dakikada bitiriyorum, sonra prova yapıyorum, 59. topçu tugayı yatakhanesi 250 yatak 125 ranza ile emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım, bulunduğum yerden yatakhanenin giriş kapısına doğru nasıl koşmam gerektiğinin provasını yapıyorum devamlı, dakikalar geçiyor, dışarıdan ikide bir geçen ciplerin motor sesleri geliyor, farlar beyaz duvarları her yaladığında korkudan kakam geliyor, 59. topçu tugayı yatakhanesi 250 yatak 125 ranza ile emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım, sahici bir tehdit, büyük bir korku… o geceden en unutamadığım şey nöbet sonuna kadar bir türlü indiremediğim bir sertleşmeydi, asker elbisesini giydiğim andan itibaren iki aydır kendini bütünüyle unutturan cinsel organım bana büyük bir sürpriz yaparak o gece o saat o büyük tehdit anında büyük bir hevesle kalktı, ‘boşalsam da inse ama ya o anda adam gelirse’ diye düşünmüştüm, ama beklenen zalim despot gelmedi, sonunda nöbet olaysız bitti.” “içimizde bir ‘imzasız’ yaşıyor” dedim, “ o ‘imzasız’ kendi başına buyruk bir şekilde kendi anlatısına kendince sahip çıkıyor. dün sana ‘dünyanın bu salgınla ne yönde değişeceğini ilk günden anlayanları kutluyorum’ demiştim, insanların doğru bir iradeyle daha güzel bir dünyayı yeniden kurabilme cimnastiğine ölüm tehdidi altında bile duyduğu bu heves beni şaşırtıyor, halbuki ‘imzasız’ın bana verdiği sinyal o kadar sert, o kadar yakın, o kadar hazır nazır ki…”

 

x “git işine” dedim Z’ye, “canımı sıkıyorsun.” doğruculuğa, idealizme karşı gelirken bazen çok aşırı bir nihilizme gitme tehlikesiyle kucaklaştığımı söyleyip duruyor sabahtan beri. hatta benim sevdiğim o eski yazarları taklit ettiğini iyice belli etmek için sesini de tuhaflaştırarak “mefkûresiz olmaz azizim, o bir nevi delilik olur” diyor. neymiş, insanların gelecek tasarımlarıyla bu kadar ilgili olmasına karşı çıkmamda bir aşırılık yok muymuş? vardır mutlaka. insan karşısında max von sydow gibi biri olunca ona gerçekten hissederek “git, seni görmek istemiyorum” diyemiyor. ben de suçlamalarına okuduğum kitaptan bir paragrafı ayaküstü çevirerek şöyle cevap verdim. “bir arkadaşı e. m. forster’a gerçeklerle yüzleşmesini tavsiye ediyor. forster arkadaşına şöyle cevap veriyor: ‘gerçeklerle yüzleşmek imkânsızdır. gerçekler bir odanın duvarları gibidir, etrafını çevirir. bir duvarla yüzleşirsen diğer üç duvara sırtını dönmek zorunda kalırsın’. forster’ın hiperdikkatliliği bazen absürde yakın bir tat verirdi: bir keresinde ‘yağmur mu yağıyor’ sorusuna pencereye doğru yavaşça yürüyüp şöyle cevap vermişti: ‘bir karar vermeyi deneyeceğim.’” Z yüzüme soru dolu bir ifadeyle baktı, “ben ergenim” dedim ona, “odada dört dönmekten vazgeçemiyorum. sen de zaten beni bunun için seviyorsun. hadi, at bir konu da karşı çıkayım.”

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr