Portreler (3)

 

Lâle Müldür: Ultra-Zone’da Şamata

 

Lâle Müldür’le hiç yüz yüze gelmedik. Yirmilerimin başında bir yıl kadar hemen hemen her gece sabaha kadar chatleştik. Genelde online olurdu, başka başka kişilerle konuştuğunu bilirdim. Sonra, gecenin bir vaktinde, msn’den titretirdi beni. Konuşmaya hazır olduğunu, biraz da bana vakit ayıracağını belirten bu bildirim güldürürdü beni. Ne konuşurduk? Büyük şeyler değil. AB komisyonunda olduğunu ısrarla vurguladığı abisi Uğur’dan, annesinin vizon kürkünden, nedense sık sık ve gizemli bir biçimde içine sürüklendiği biraz fars biraz polisiye kokan kimi olaylardan konuşurduk. Bazen de İngilizce üfürürdük; kafamıza estiği gibi, duygu çeşitlemeleri oluşturarak. Şiir hakkında konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Aşklarından bahsettiğimiz olurdu. Ben konuşmayı büyütecek ve derinleştirecek doğru soruyu bulmakla yükümlüydüm. Bazı geceler bulamazdım, hiçbir şey söylemeden giderdi. Bir yetersizlik duygusu uyandırırdı bu bende.

 

Aslında her şeyin başında Kaan (Karacehennem) var. Çok tatlı, hafiften sürtükçe, kasıtlı bir kitsch barındıran videolarını severdim. Bir gece Kaan’la konuşurken Lâle Müldür aldı telefonu, güldü, biraz daha güldü, nihayetinde kahkahalarla gülerek Kaan’a geri verdi telefonu. Sanırım ertesi gün chatleşmeye başladık. Bizansiyya’daki o uzaylıydı. İstanbul’da patlak veren kimi olayların ortasında anında biten, çeşitli kültürel grupların ve grup partilerinin ortasına adeta gökten düşen, insanlar, duygular ve olaylar arasındaki monokrom çizgileri şiddetle yadsıyıp bağlantıların esasını, çetrefil düğümü bulmaya çalışan bir hafiyeydi. Şehrin parlak momentlerini, ışık anlarını kelebek kepçesiyle yakalayan bir ilk portre şekillenmişti zihnimde. Şehrin kayıp ruhunu arayan (sahiden komik, şamatacı) bir flâneur.

 

Konuşmalarımız sırasında dalgalı bir maninin titreşimlerini hisseder, madalyonun arka yüzünde sinsi bir melankoli atağının hali hazırda beklediğini düşünürdüm. Ama bir an bile kederli bir frekans tutturduğumuzu hatırlamıyorum. Çünkü (bana öyle geliyor) ilk şiirlerindeki ‘hüzünlü’ yazı odasını, yazı odasının yapay ciddiyetini çoktan terk etmişti. Yazı odasından çıkışıyla beraber kuantum dünyaya, tanecik esaslı olgular dünyasına bir giriş yapmıştı. Evrenin çok değişkenli etkileşimlerini kayda geçiren bir ‘şair zihni’ şekillenmeye başlamıştı. Ve ben de Lâle’yle tanışır tanışmaz ilk şiirlerinden hızla uzaklaşmaya, sanırım ilk olarak Seriler Kitabı’nda yakaladığı momentuma kapılmaya başladım. Ondaki olay duygusu beni çok heyecandırıyordu. (Bir yandan da okurlarının onu o hüzünlü yazı odasında hapsetmeye, çoktan (ve sıklıkla) değiştirdiği kılığa zorla sıkıştırmaya çalıştığını görüyordum.)

 

Konuşmalarımız devam ettikçe Lâle Müldür tiyatrosunun en az Lâle Müldür şiiri kadar kaydadeğer, belki ondan da canlı olduğunu düşünmeye başladım. (Bunu, Lâle’deki performatif gücü Orhan Duru’nun da fark ettiğini Az Roman’da okudum sonrasında.) Bir deli miydi? Sanırım evet. Bir deliyi mi oynuyordu? Kesinlikle. Çeşitli maskeleri sakladığı bir dolabı var gibi gelirdi. Yanısıra konuşma ve düşünme stilleri içeren bir sandığı. Farklı mevcudiyet fazları arasında neredeyse aktörce, kolaylıkla geziniyor ve bir sabit şahsiyet görüntüsü vermekten kasıtlı biçimde imtina ediyordu. Daha çok farklı şahsiyet kostümlerini giyip çıkaran bir modele dönüştürmüştü sanki kendini.

 

Kimi zaman bir clown olduğunu görüyordum. Akışkan mevcudiyetinin arka planında punk bir renk tayfının durduğunu seziyordum. Elinin altında tuttuğu ruhsal materyal bazen bir ortaçağ mistiği olarak karşımızı çıkarıyordu onu. Bazen de her şeyi akışına bırakan (yekun kendi kendine toplanıyordu) pop bir enerji patlak veriyordu. Bazen kuarklar ağından geçerek gezegenler arası seyahat eden bir uzay yolcusu bazen de göksel evinden döne döne aşağı inen (kimi zaman ciddi kimi zaman ironik) bir sufiydi. Bu enerjileri ve kılıkları ve daha fazlasını (yanına bebek arabasındaki Menekşe’yi de alarak) yola çıkıyor ya patlak veren olaylara karışıyor ya da bir olayın faili olarak beliriyordu şehirde. Okurların onu bir vasata; viyolalar ve rüyalar mistiğine indirgemesi canımı sıkıyordu. Evet, viyolalar ve rüyalar oradaydı, ama bu oyuncu kimliğin, patchwork şahsiyetin sadece bir parçası olarak.

 

Onu Kuzey Defterleri’nin şairi olarak görmek hoşuma gidiyor. Bir Felemenk ülkede dar bir pencereden bütün bir evreni zerreler halinde ayrışıp toplanırken dikkatle izleyen, çevresini saran dünyayı kinematik bir bilinçle seyredalan ve zamanlar/ boyutlar arasında kolaylıkla gezinen, yerçekiminden fantazmatik biçimde kurtulmuş, his ve fikir dereceleri arasında süratle gidip gelebilen tiyatral ve kesinlikle havalı bir melek olarak geliyor bana. Evet, sahiden uçuyordu. Ama yanısıra bir uçuş tiyatrosu icra ediyordu. Modern-sonrası bir mesih kimliğiyle zamanlar arasında gidip gelen bir ‘kaçık’ı canlandırıyordu. Atalet halindeki öze saplanıp kalmamak için sürekli kendini dışarı fırlatan bu ‘sanal melek’ performansını her zaman ilgiyle ve sevgiyle takip ettim.

Evet, vahiysel bir yazısı vardı. Ama aynı zamanda vahiysel ana komik bir nota, ters yüz eden bir dokunuş ekliyordu. Aksi takdirde bu çok renkli aleme Nühket Duru’nun girebilmesi mümkün olamazdı. İşte o anda, külliyatında Nükhet Duru’nun belirdiği anda Lâle’yi göremeyenler onu kaybediyor, ait olmadığı bir yere, sıkıcı bir ortaçağ manastırına kapatıyorlardı.

 

Kaan’ın Lâle üzerine çektiği dokümanı bulup izlemenizi isterim. Orada, o özel kahkahasının sürekliliğinde ve Gezi sırasında yakalandığı sindirimsel şoku anlatırken gördüğünüzde şiirleri birden yeni kılıklarda belirlemeye başlar. İsa, yine, oradadır. Ama sırası gelince bir tekmeyle kapıdan kovulacak uzun saçlı, pis bir adam olarak. Renk görüleri, melekler ve rüyalar yerli yerindedir. Ama hemen arkalarından sahte Puma’sıyla bıçkın bir oğlan gelir ve dünya bir süreliğine, yeniden, yerli yerine oturur. Gezegenler arası yolculuk son bulur ve alelade dünya (tabii yine gizemli çizgileriyle) beliriverir. Lâle’nin şiirine kimliğini veren bence yükselme kadar düşüşün de aniliğidir. Dünyayı kaybeder, sonra yeniden bulur. Melankolik bir çizgi çeker ve ardından kahkaha, aksi istikamette, çizgiyi silerek belirir. Epifanik patlamalar bir anda kesilir ve (mesela) sanat ya da zaman üzerine ciddi bir konuşma başlar. Sonra bu konuşma sonlanır. Alaycılıkla. Bütün söylenenleri silen bir radikal ortaya çıkar. Bütün söylenenlerin anlamsız olduğunu söyleyen bir hiççi. Kendi şiirine bile ihanet edecek kadar kuvvetli bir öznesizlik hali beliriverir.

 

Bu yüzden bir merkez bularak takip etmek çok zordur bu şiiri, bazen şiir yazmaktan nefret ettiğini düşünürsünüz, çünkü sanki eski mücevherlerinden birinin kopyasını çekmekte, yazmış olmak için yazmaktadır. Sanki şiirin ondaki o eski çekimi kaybolmuş, bağlayıcı unsur yitmiştir. Ama sonra son anlatısı Nova Roma’da Gece Güneşi gibi muhteşem bir anlatıyla geri döner. O zaman anlarsınız, hiçbir yere gitmemiştir Lâle Müldür, sadece bir süreliğine kılık değiştirmiştir.

 

İşte bunların hepsi, bana kalırsa, aynı zamanda çok eğlenceli bir oyundur. Bazen psişik yoğunluğuna ancak böyle, o mevcudiyeti aktörce ele alarak, dramın gerçekliğine farsın plastiğiyle karşı koyarak dayanabildiğini düşünürüm. Bir tür öz savunma, melekelerin paslanmaması için bulunmuş bir kimya, ruh halinin sarsıntılarında kaybolmamak için icat edilmiş bir aygıt gibi gelir bana.

 

Bazen sanki kendisini değil de hologramını göndermektedir insanların ve olayların arasına.

 

Kuzey Defterleri’yle birlikte en sevdiğim kitabı Güneş Tutulması 1999’dur. Burada Lâle Müldür, bu sefer, tektonik hareketlerin arkasındaki anlamları sökmeye çalışan bir kahin olarak karşımıza çıkar. Bu gezegensel olay benim de miladımdır. Çocukluğumun bittiği, ruh halimin tamamen değiştiği ve bir daha aynı çizgiye girmediği bir hastalık hali olarak yaşadım o ağustosu. Milenyum öncesi patlamayı, her şeyi karanlığa gömecek apokaliptik yıkımı bekliyordum.

 

Yıllar sonra böyle kitap yazıldığını gördüğümde çok şaşırdım ve Lâle Müldür’ü ilk kez bu kitapla tanıdım. Dehşeti, atmosferi saran anomaliyi, gezegensel sapmanın neredeyse fiziküstü etkilerini kayda geçirmesi karşısında hayrete düştüm. Kitabı elime aldım ve sanırım şiiri sevmeye bu kitapla başladım.

 

Tanıştığımızda ona bu kitap hakkında bir iki şey sormaya çalıştım, beni geçiştirdi. Sanırım çoktan geride bırakmıştı. Ya da benimle paylaşmaya gönül indirmeyeceği bir ruh halinde geziniyor, beni de biraz gülmek, şamata yapmak için kullanmak istiyordu. Hiç gocunmadım. Çünkü karşımdaki kadını daha ilk anda, kahkahasını duyduğumda az çok tanımaya ve 1999’dan daha çok sevmeye başlamıştım.

 

Chatleşmelerimiz sırasında tanıdığım şairi aradan çıkararak okuyamam Lâle Müldür’ü. Çünkü sadece şiir yazmaz, aynı zamanda bir şair personası yaratır ve şiiri bu personanın içinden dünyaya salar. Dolayısıyla sadece şiirini görmek yetmez, şiiri yazan şairi de görmek gerekir bu külliyatın çok karmaşık sinir ağını tanıyabilmek için. Bu yanıyla jestik bir yazma halidir ondaki. Yani şiiri şairin jestlerinden ayrı düşünülemez. Demek istediğim sadece şair değil, kesinlikle ilginç bir performans sanatçısıdır. Müthiş bir doğaçlama yeteneğiyle sayısız şair modeli üretir. Sayısız duygu ve düşünce kipinde oynatır bu şairleri. Bir başka deyişle şiiri ancak şairin çok-yüzlülüğü içinde tam olarak görünür olmaktadır. L&M marka sigara içişi bile (bu küçük ayrıntı) şiirinin bir parçasıdır.

 

Ahmet Güntan’la birlikte yazdığı Voyıcır 2’ye ve kitabın arkasındaki fotoğraflara bakın. Bu kitap sahiden Türk şiirinin yerküresinden bir ayrılmaya işaret eder. Şairler oradadır, oyuncu biçimde, kitaptaki iki farklı akışın sahipleri olarak. Sanırım bu yüzden, bu uçuş girişimi sebebiyle bazen çok ciddiye alınmamışlardır. Çünkü Voyıcır 2, adının da gösterdiği gibi, bir kopuş kitabıdır. Bir terk etme, ayrılma, yeni bir safhaya geçme ilanı olarak ortaya çıkar.

 

Lâle Müldür’ün ‘patolojik’ olarak değerlendirilmesine, şiirinin ‘akıl’ mevkiinden izlenerek zaman zaman küçümsenmesine karşı olduğum kadar, onun bir model olarak ‘delilik’e sıkıştırılmasına ve bu model üzerinden benimsenmesine de karşıyım. Çünkü her ikisi de ondaki ‘vizyoner aktörü’, gayet kasıtlı biçimde inşa edilmiş şiir bilincini ve şair personasını indirgemekte, çok yönlülüğünü köhnece daraltmaktadır.

 

Onu anlamak için, çok imkanlı olmasa da, hızını yakalamak ve kılık değiştirme anlarında pozlamak gerekmektedir. Muhtemelen şiirimizde başka bir Lâle olmayacak. Ben kendisini yüksek benzemezliği, kendine bile (çoğu zaman) çok az benzediği için bu kadar seviyorum.

 

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr