Gökhan Arslan’ın Fatma Nur Türk’ün Kargo Kültü kitabı üzerine yazdığı, Ecinniler‘in Kasım-Aralık 2020 tarihli 6. sayısında yayımlanan yazısının tamamını aşağıda okuyabilirsiniz.

 

 

KARGO KÜLTÜNDEN KARGO KÜLTÜ’NE:

NESNELER NEYE HİZMET EDER?

 

İkinci Dünya Savaşı bütün şiddetiyle sürerken Amerikan ordusu Pasifik’te devam eden çatışmaya destek sağlamak için Vanuatu adasına askerî bir üs kurar. Bu üs genellikle yakıt ikmali ve kargo uçaklarının iniş yapması için kullanılır. Esas amaç gıda, mühimmat ve ilaç gibi zarurî ihtiyaçların üste toplanıp hızlı bir şekilde savaş alanına sevk edilmesidir. Fakat ordu için gayet sıradan olan bu olay, başkaları için bir mucizeye tekabül eder. Adanın yerlileri daha önce hiç tanışmadıkları bir durumla karşı karşıyadırlar. Düzenli olarak üssün etrafına konuşlanan yerliler, ellerinde tenis raketleri ile benzer hareketleri yapan insanları izler ve onların bu hareketleri sonrası adaya inen uçaklara hayret ve hayranlıkla bakarlar. Adada yaşayan yerliler için yiyecek bulmak çok zor ve yorucudur, çaba gerektirir. Buna karşın gökyüzünden bir mucize gibi inen uçaklar konserveler getirmektedir. Ada halkı için topladıkları yiyecekleri uzun süre saklamak imkânsızdır. Fakat uçaklardan indirilen buzdolapları ve soğutucular gıdaların uzun süre korunmasına olanak verir. Bu iki olgu (konserve ve buzdolabı) göz önüne alındığında, bütün bu olanlar yerliler için birer mucizeye işaret eder. Onların nazarında kargo uçakları, tanrıların gökyüzünden gönderdiği birer kurtarıcıdır.

Savaş bitip de Amerikan ordusu neyi var neyi yoksa toplayıp adayı terk ettiğinde, ada yerlileri başta durumu kavrayamazlar ve tanrıların kendilerini cezalandırdıklarını düşünürler. Böylece hem kendilerini affettirmek hem de yeniden o imkânlara kavuşmak için, ellerine aldıkları raket benzeri aletlerle düzenli olarak ayin yapmaya başlarlar ve gökyüzüne bakıp yakarırlar. Daha da ileri giderek ağaç dallarından uçak maketleri ve kontrol kuleleri inşa ederler, toprağa pistler çizerler, o pistleri ateşle aydınlatırlar hatta aralarından bazılarını kule görevlisi bile yaparlar. Bunu yaptıkları sürece, en nihayetinde tanrıların insafa geleceğine ve kendilerine yeniden hediye göndereceklerine inanırlar. Bu yakarılar zamanla bir ritüel halini alır ve “kargo kültü” dediğimiz kavramı ortaya çıkarır. Bugün bile bu ritüeli uygulayan topluluklar olduğu bilinmektedir.

Genellikle savaş ve ticaret gibi olgular sonucunda ortaya çıkan kargo kültü, basit anlamda kültür şokundan başka bir şey değildir aslında. Ortada sadece bir yanlış anlama/anlaşılma vardır. Hatırlayanlar olacaktır; Jamie Uys’un 1980 yılında çektiği Tanrılar Çıldırmış Olmalı (The Gods Must Be Crazy) filminde, uçaktan Güney Afrika çöllerine düşen bir kola şişesi en başta gökyüzünden gelmiş bir armağan olarak yorumlanır. Hatta kola şişesi kabile tarafından yönetici olarak addedilir. Fakat zamanla şişe yüzünden yerli halkın başına gelenler, tanrıların bir cezası olarak görülür ve ondan kurtulmaya çalışılır. Uçaktan aşağı atılan bir şişenin meydana getirdiği bu yanlış anlama durumu, teknoloji ve ticaret gibi kavramlara uzak olan kabileler için zamanla bir kargo kültüne dönüşebilir.

Peki, Fatma Nur Türk’ün 2016 yılında 160. Kilometre Yayınları’ndan çıkan Kargo Kültü kitabı ile yerli halkların kutsallık atfettiği kargo kültünü bir araya getiren şey ne? Çeşitli antropolojik araştırmalar kargo kültünün ilk olarak Melanezya yerlileri arasında görüldüğünü ortaya koyuyor. Araştırmacılar 1919 yılında Papua Yeni Gine’de görülen “Vailala Çılgınlığı”nın 1930’lardan sonra özellikle gelişmemiş bölgelerde hızla yayıldığını ve bunun zaman içinde kargo kültüne dönüştüğünü vurguluyorlar. Temele baktığımızda ise söz konusu olgunun aslında bir sömürgecilik ve misyonerlik sonucunda ortaya çıktığı aşikâr. Sonuçta Batı’nın ya da beyaz adamın sunduğu yiyecek, giyecek, ilaç ve silah gibi hayatî malzemelerin, bunlara ulaşmakta zorluk çeken hatta bazılarının varlığından haberi bile olmayan yerli halkları bir anlamda köleleştirdiğini, onları tüm bu hediyeleri getirenlere (tanrı ya da aracı) bağımlı kıldığını söyleyebiliriz.

Kargo kültü, genel anlamda antropolojinin alanına giren bir kavram. Bugün antropoloji dediğimizde aklımıza ilk olarak Claude Lévi-Strauss geliyor. Fatma Nur Türk kitabın hemen başında yaptığı Strauss alıntısıyla aslında bizi neyin beklediğini de göstermiş oluyor: “Sudanlı Nuerler kısır kadını erkek sayarlar. ‘Amca’ sıfatıyla bu kadın…” Hemen ardından gelen ve kitabın ilk şiiri olan “bir sürü yeni çağ tarlamız” (s. 11) şiiri ise kargo kültüne dair birçok resim koyuyor önümüze. Geleneksel ve içe kapanık toplumlarda daha çok gördüğümüz bir ritüeller toplamı olan kargo kültü, şiirin adından da anlaşılacağı üzere, değişen çağla beraber dönüşüme uğruyor Türk’te. Konuşan oyuncaklarla karşılaşıyoruz örneğin. Şiir öznesinin saksılara sığınmasını ya da bir parkta yaprak olmaya karar vermesini bu dönüşüme yorabiliriz kolaylıkla. Şiirin ortasında geçen “piyano kılıklı kızı bir kez daha görsem bahçede” dizesi de kargo kültü anlamında oldukça manidar. Bu dizeyi zihnimizde canlandırdığımızda ortaya nasıl bir ritüelin çıktığını da fark ediyoruz. Aynı durum şiirin sonlarına doğru karşımıza çıkan “çok defa karslara taşan kiraz dallarının / üzerinde yalınayak dön dedim kendime.” dizelerinde de söz konusu. Burada ortaya çıkan görüntü de bizi ister istemez bir ritüele ya da ayine sürüklüyor.

Kargo kültü dediğimiz olgunun temelinde ağırlıklı olarak nesneler var. Örneğin Yeni Gineli yerliler 200 yıl öncesine kadar taştan yaptıkları kaba aletleri kullanıyor ve onlarla avlanıyorlardı. Fakat Avrupalıların neredeyse 1000 yıl önce buldukları metal aletlerle karşılaştıklarında yaşadıkları şey tam anlamıyla bir şoktu ve bu durum beyaz adamı onların gözünde ilahî bir konuma yerleştiriyordu. Onlar farkında olmasalar da yeni tanrıları teknolojinin kendisiydi. Aynı şekilde Vanuatu yerlileri de giden uçakları geri getirmek için nesnelerden medet umdular. Yerlilerin ellerinde raket benzeri nesnelerle yaptıkları ritüelleri gözünüzde şöyle bir canlandırın. Kullandıkları bütün nesnelerin onlar için ne kadar önem arz ettiğini fark edeceksiniz. Yani tüm bu ritüellerin ve kargo kültü dediğimiz inancın temelinde nesneler/aletler yer alıyor. Fatma Nur Türk’ün kitabına baktığımızda da şairin nesnelerle çok yoğun bir ilişki içinde olduğunu görüyoruz. Hemen her şiirde nesneler vazgeçilmez bir önemi haizler. Az önce de sözünü ettiğim ilk şiir, bu açıdan bakıldığında kargo kültüne bir giriş niteliğinde. Yerlilerin giysilerle olan ilişkisini düşünelim mesela. Hatta düşünmek bile gereksiz belki de. Çünkü yerlilerin kumaş ile olan ilişkisi minimum düzeyde. Ki o giysilerin de kumaş yerine bitkilerden yapıldığını biliyoruz. Türk’ün kitaba soktuğu ilk nesne de bu şiirde karşımıza çıkıyor: kalın giysi. Yaz kış aynı giysiyi (giysi denir mi?) kullanan yerliler için kalın giysilerin nasıl bir mucize olduğunu tartışmalı mıyız? Nesnelerin, onları getirenleri tanrı katına nasıl çıkardığını görmemiz açısından önemli bir kavram giysi.

Şiirde böylesine vurucu etkiye sahip birkaç nesne daha var. Gıdaların yerliler için ne kadar önemli olduğunu en başta vurgulamıştım. Yiyeceği bulmak kadar onu saklamak da ayrı bir sorun yerliler için. Fakat başka bir sorun daha var: yiyeceği paylaşmak. Elbette ağaç kabuklarının ya da yaprakların kullanıldığını kabul edebiliriz. Ama ikisinin de bir noktadan sonra miadını doldurduğunu ve yerlerine yenisinin geldiğini biliyoruz. Tam da bu noktada Fatma Nur Türk başka bir nesneyi, tabağı koyuyor önümüze. Kuşkusuz yerlilerin gözünde yeni tanıştıkları nesnelere dair bir hiyerarşi algısı oluşmuştur. Yine de yemek yedikleri kapların değişmesi, daha uzun ömürlü olan bir nesnenin yaprağın ya da kabuğun yerini alması onlar için mucizevî bir değişime işaret eder.

Şiirde anahtar işlevi gören başka bir sözcük de tel sözcüğü. Bu sözcükten yola çıkarak barınma sorununa varabiliriz diye düşünüyorum. Yerlilerin dallardan, yapraklardan ve taşlardan yaptıkları derme çatma evlerin ne kadar dayandığını az çok tahmin edebiliriz. Kulübelerin ya da çardakların yapımında bağlantı noktalarının ne kadar önemli olduğuna hepimiz vakıfız. İnşa edilen yapının çökmemesi ya da güçlü bir rüzgârda dağılmaması için bağlantı noktalarının güçlü olması gerekiyor. Günümüz modern dünyasında, yöntemler yanlış uygulanmadığı müddetçe bu bir sorun teşkil etmiyor. Peki ya yerliler? Onların elinde barınaklarında bağlantı noktalarını güçlendirmek için ottan ve yapraktan başka ne var? Farklı coğrafyaları da hesaba katarsak bu yapılar fırtına, sel, şiddetli yağmur gibi doğal olaylara ne kadar dayanabilirler? Telin önemi burada devreye giriyor işte, metalin işlevi bu noktada önem kazanıyor. Şimdi, telin yerliler için ne kadar elzem olduğunu daha kolay idrak edebiliriz.

“bir sürü yeni çağ tarlamız” şiirinin ben bilinçli olarak kitabın en başına yerleştirildiğini düşünüyorum. Şiir, yerliler için yaşamsal öneme sahip üç soruna eğiliyor: giyinme, beslenme ve barınma. Bu sorunları gideren nesnelere dikkatimizi çekiyor Türk. Böylelikle bu nesnelerin yokluğunda nasıl bir yoksunluk hissi uyandığını artık biliyoruz. Bu nesneler yerlilerin yaşam bilgisinde yer almazken bir sorun yoktu. Sorun, onların varlığını öğrendikten ve onları kullandıktan sonra yok olmalarında. Bunu geri getirmenin de tek bir yolu var: kargo kültü.

Fatma Nur Türk’ün nesnelerle/aletlerle kurduğu ilişkiye baktığımız zaman karşımıza bilinçli bir tercih çıkıyor. Seçilen nesnelerin yerli halkların yaşamını kolaylaştıran nesneler olduğunu görüyoruz. “alçaktan uçlar” (s. 14) şiirinde (ki bu şiir adıyla da önemli, zira alçaktan uçan uçakları getiriyor akla) kürek, direk ve sandalye sözcükleri bir yapbozun parçaları olarak duruyorlar. Sırasıyla kazma, inşa etme ve oturma eylemlerini önümüze koyuyor bu sözcükler. Şiirin ilerleyen bölümlerinde de kumaş ve kâğıtla karşılaşıyoruz. Bu nesnelerden yola çıkarak bu sefer yine barınma ve ısınma problemine dönebiliriz sanırım.

Kargo Kültü bir anlamda nesneler kitabı aslında. Teknolojiden ve modern yaşamdan uzak kabilelerin varlıklarından haberleri olmadığı ama onların yaşamını kolaylaştıran bütün nesneler var bu kitapta: “bazid’e doğru” (s. 20) şiirinde makas, yorgan, çarık ve bakır; “bazid, kapanlar” (s. 23) şiirinde direk, kapan, dozer, güğüm, iskemle, muşamba, ceket, baca; “bazid, déjà vu” (s. 26) şiirinde helikopter, zırh, sustalı; “soma üzgün surat” (s. 32) şiirinde televizyon, kanepe, lüks mallar, çelik kablo, makine, kamera; “qara orun” (s. 43) şiirinde tuğla, kiremit, pamuk, ipek, oklava, perde; “böyle bazaar”da (s. 46) palto, düğme, iplik, araba, ceket, süpürge, manivela; “iftiharla sunar”da (s. 48) pantol, raf, kap, sünger; “fatma çeyizi” (s. 51) şiirinde kap, çaput, hırka, kitap, uçak, çivi, çelik, musluk; “yeryüzü tavırları” (s. 54) şiirinde terlik, koltuk, çanta, fermuar, çorap, ustura, pijama, yelek; “bir yöne çarpıp geri dönen”de (s. 56) beşik, bıçak, kapı, testi, kayış, çarşaf, traktör; “gözüme yumduruyorum bunları” (s. 62) şiirinde kova, vasıta, hortum, çeşme, mermi, merdiven ve “sulama arkımızın muasır ağzı” (s. 68) şiirinde biberon, otobüs, kapı, kütük… Bütün bunların yanında sesini ender duyuran ama çok büyük bir önem arz eden nesneler de var: iğne, cetvel, fırça, boru, çatı ve balta gibi. Tüm bu nesnelere dikkatle bakıldığında, hepsinin bir seçilme nedeni olduğunu görüyoruz. Bir çerçeveye sığdırmak istersek tercih edilen bu nesneler çoğunlukla aynı sorunlara hizmet ediyor. Genel anlamda barınma, beslenme, giyim, sağlık ve ulaşım gibi bizim ziyadesiyle faydalandığımız fakat yakıştırılan sıfatla ilkel toplumların uzağında olduğu kavramlar bunlar. Bizim bütün bunlara ulaşmak için verdiğimiz mücadeleyle yerli halkların verdiği mücadeleyi eşit tutamayız. Bu nedenle Fatma Nur Türk’ün teker teker, özenle önümüze koyduğu bu nesneler bizim için fazla bir anlam ifade etmiyor olabilir. Fakat bu nesnelerin yerliler için tanrısal bir armağan olduğunu anlayabiliriz sanırım.

Kargo Kültü’nü ilginç kılan özelliklerden biri de nesnelerin sonradan geçirdiği dönüşüm ve bu dönüşümün halklar üzerindeki etkisi. Basitçe düşünecek olursak gökyüzünden konserve yağdıran uçakların ya da helikopterlerin başka bir zaman bomba yağdırmayacağını bilemeyiz. “bazid, déjà vu” şiiri de bunu vurguluyor işte. İlahî bir aracı olan helikopterlerin ve birer armağan olarak görülen kâğıt, sustalı, tank ve zırh gibi nesnelerin nasıl ölümcül birer nesneye dönüştüklerini görüyoruz şiirde. Fatma Nur Türk, 20 Temmuz 1931 tarih ve 1850 Sayılı Kanun’u hatırlatıyor bize. Ağrı ilinde başlayan ve Erciş, Zilan, Zeylan Deresi’ne yayılan ve etnik temizlikle sonuçlanan isyanı görüyoruz. Aynı durum “soma üzgün surat” şiirinde de geçerli. 13 Mayıs 2014 tarihinde Soma’da, maden ocağında göz göre göre gelen facia söz konusu bu sefer. Televizyon ekranlarından izlemekle yetindiğimiz, dinî göndermelerle uyuşturulduğumuz ve sosyal medyada üzgün surat işareti (☹) ile ne kadar kahrolduğumuzu gösterdiğimiz bir facia. Yerli halklar için kolaylık sağlayan ve kutsallık yüklenen televizyon, kanepe, kamera ve çelik kablo gibi nesneler ve lüks mallar, bu sefer bir vahşetin tanığı olarak giriyorlar şiire: kanepemize uzanalım, televizyonumuzu açalım, kameraların çektiği cesetleri ve kopmuş çelik kabloları izleyelim. Üstüne bir de üzgün surat ifadesi paylaştık mı tamamdır.

Türk, ritüeli yani kargo kültünü tersine çevirme eylemini birçok şiirde deniyor aslında. Çok sevdiğim o ilk şiirde, “ama orada, az uzakta ters dönmüş bir balıkçı kayığı / bulabilirim / boğulabilirim uykuda / hem uzaklaşmış olurum çakıllı sulardan / bir sürü yeni çağ tarlamız olurken” dizeleriyle, daha en baştan bunun işaretini veriyor. Şöyle okuyabiliriz sanırım: Her şeyin hazırı var, balığın da. Artık balık tutmama gerek yok. Sandalı ters kapatabilir ve sulardan uzaklaşabilirim. Eğer balık kalmazsa yeniden sulara dönme zahmetine girmem. Birkaç ayin düzenler, bunu bir ritüel haline getirir ve tanrılardan af dilerim… Benzer bir durum “alçaktan uçlar” şiirinde de mevcut. Alçaktan uçan uçaklar sadece hediye getirmiyor. “Gömdük hiç varamadığımız orasını / Küreklerini delik deşik eşkıyaların vakitlerden bir vakit” dizeleriyle anlıyoruz ki aynı uçaklar alçaktan alçaktan uçarak dağlarda eşkıya olarak tarif edilenlerin başına bombalar yağdırabiliyor. Bu şiirde başka bir nokta daha var dikkat edilmesi gereken. Az önce bu şiirde geçen kürek, direk ve sandalye sözcüklerinin yerli halklar için neyi ifade ettiğini yazmıştım. Fakat şiirin de vurguladığı gibi bu nesneler sadece inşanın değil, yıkımın da göstergesi aynı zamanda. “Plazanın öğüren tavanları ilikliyor gökyüzünü” dizesi bunu çok güzel özetliyor. Yıkılan yapıların yerine plazalar, gökdelenler ve son model akıllı binalar dikiliyor ve bizler gökyüzünü görmekte zorlanıyoruz.

Kargo Kültü, “qara orun” şiirinde “Genç kıza fitil yapıldı Pamuk birikti” dizesiyle bize kadın cinayetlerini anımsatırken “emekçi coşkunun desantralizasyonu” (s. 45) şiirinde ise işçi cinayetlerini hatırlatıyor. “fatma çeyizi”nde uluslararası kodamanlara peşkeş çekilen toprakları, “bir yöne çarpıp geri dönen”de insan emeğinin nasıl yok edildiğini, “eskimeyeyen” (s. 59) şiirinde mevsimlik işçilerin yaşadığı sıkıntıları, “gözüme yumduruyorum bunları” şiirinde 1915’i (“hamidiye kahramanı sayın kuru kafa”) ve “sulama arkımızın muasır ağzı”nda sınıflar arasındaki uçurumu görüyoruz. Türk, tüm bu hatırlatmaları nesneler üzerinden kurduğu ilişki ile yapıyor. Tam da burada birkaç soru sormak gerekiyor. Fatma Nur Türk’ün kitabında kendine yer bulan ve kargo kültü olgusunun temelini oluşturan tüm bu nesneler neye hizmet ediyor? Bu nesneler en başından beri bir yıkımı, kaybı, değişimi mi işaret ediyor yoksa sonradan yön değiştirip olumsuz bir hâle mi büründüler? Ben şiirlerde geçen tüm bu nesnelerin ilk andan beri bir arızayı gösterdiğini ve kargo kültü dediğimiz şeyin aslında bir kimlik aşınmasına neden olduğunu savunuyorum. Bu nedenle de Türk’ün kargo kültü kavramına mesafeli yaklaştığını ve onu eleştirdiğini düşünüyorum. Zaten yazının başında kargo kültünün bir yanlış anlama/anlaşılmadan ibaret olduğunu vurgulamamın, bu olguya postkolonyal okumayla ve misyonerlik faaliyetleri göz önüne alınarak yaklaşmak gerektiğini söylememin nedeni de buydu.

Bugün hayatımızı kolaylaştırdığını düşündüğümüz birçok nesnenin aslında nasıl vahim sonuçlar doğurduğunu biliyoruz. Klasik bir Nobel-dinamit ya da Einstein-atom karşılaştırması değil söylemeye çalıştığım. Daha çok günlük yaşam özelinde bağımlı olduğumuz nesnelerden bahsediyorum. Çoğunun zamanla bize zarar vereceğini biliyoruz. Buna rağmen vazgeçemiyoruz. Televizyon ekranlarından kadın cinayetlerini izlemeye, doğa talanına seyirci kalmaya, lüks evlerde ikamet etmeye, hayvan haklarını savunurken et yemeye, ucuz işgücü nedeniyle çalıştırılan çocukların ürettiği aletleri kullanmaya devam ediyoruz. Yani ister istemez o kargo kültünün bir parçası olmuş durumdayız. Telefonlarımız, bilgisayarlarımız ve bilumum teknolojik aygıtımız hayatımızdan çıkıverse dımdızlak ortada kalacağız. Belki hayatlarını mahvettiğimiz o yerli halklar gibi ayinler düzenleyip kurbanlar vermeyeceğiz. Belki bunu bir ritüel haline getirmeyeceğiz. Fakat içine düştüğümüz yoksunluk durumu, düz anlamda bir krize ve kimlik bunalımına yol açacak. Eksikliğini duyduğumuz nesnelere ulaşmaya çalışacak, bunu başaramazsak yerine başka şeyler koymanın derdine düşeceğiz. Farkında olmadan beyaz adamın getirdiği nesnelere bağımlı olan o insanlardan hiçbir farkımız yok artık.

Kargo Kültü 2000 sonrası şiirde farklı kapılar açan, çoklu okumalara imkân tanıyan bir kitap. Bana göre son yıllarda yazılmış en iyi kitaplardan biri. Küçücük bir kabileden yola çıkıp bütün toplumu analiz eden bir yapıt bu, sosyolojik bir çözümleme. Bunun yanında Kargo Kültü’nün sadece bir şiir kitabı değil, aynı zamanda antropolojik bir araştırma olduğunu da söylemeliyim. Günümüzde etnik olgulardan beslenen ve siyasi şiirler yazdığını düşünenlerin bu kitaptan alacakları çok şey var.

 

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr