çene.   

 

x İçinde yaşadığım bu toplumda insan sevgisinin kalmadığına artık eminim. Ahlakçılığın Allah belasını versin. Ahlakçılık ayağa kalktığında insan sevgisi diz çöküyor. Yargıladığı suçluya acıyıp “Yazık” diyemediğimiz bir sertlik ortaya koyan mahkemenin de Allah cezasını versin. Ahlaki prensipleri için akıl yürütmeye başlayan bir insanın aldığı hâl kadar korkuncunu görmedim. 110 IQ’su olan, ortalamanın üstüne yerleştiği için kendinde herkesi yargılama hakkı gören yarım akıllı orta sınıfın eline düşmektense Sivas Kangal dişleri arasında parçalanmayı tercih ederim, hiç olmazsa bildiğin kırmızı kan akar. Durum bu, sustuk toplumu seyrediyoruz. Z oturduğum yerde birden sinirlendiğimi gördü. Üst odadayız. Akşama kadar süren fırtınada fokur fokur kaynayan bir tencere suyun içindeymiş gibi kolu bacağı oynayıp sallanan çam ağacı rüzgârın kesilmesiyle kendine geldi, durdu dinleniyor. Camlarda hâlâ yağmur damlacıkları var, dışarıdaki sarı sokak lambasını o damlacıkların oluşturduğu gelişigüzel bir desenin içinden görüyoruz. Ben umutsuzum, sinirliyim. Kalkıp modemi söküp atasım var. Bu eve hiçbir haber girmesin. İnsan olmak istemiyorum, evin yüz metre ilerisinde başlayan şu dağa çıkıp bir tilkinin gizlendiği yere gizlenmek istiyorum. Orada gece beni domuzlar yesin. Bütün bu ihtimaller adalet savaşçısı haline gelmiş bir toplumun seyircisi olmaktan iyidir. Bıktım sizin adaletçiliğinizden. İğrençsiniz. Z yerimde sinirle sımsıkı oturmama daha fazla dayanamayıp odanın diğer ucundan kalkıp geldi, kanepede yanıma oturdu. “Seni iyileştiren tek bir şey tanıyorum” dedi. “Neymiş o?” diye sordum sinirle, iyileşmek istemiyordum. “Edebiyat” dedi. “Ben yokken bütün yaz Tolstoy okudun, ama bana hâlâ anlatmadın.” Ayağa kalktım, sobanın kapağını açtım, korun sıcağı yüzüme vurdu, korun üstüne topladığım kozalaklardan koydum, hemen alev aldı, sonra odunları yerleştirdim. Bu soba büyük bir fırın olsaydı kendimi içine atardım, ruh halim bu… Z kafamdaki konuyu değiştirmek istiyor. Ayağa kalktım, “En büyük şaşkınlığı Wittgenstein’ın en önemsediği kitabın Tolstoy’un İncil’in Kısa Bir Özeti olduğunu öğrenince yaşadım” dedim. “Kitabı 1914 Eylül’ünde savaşta izinliyken küçük bir kitapçıda başka kitap bulamadığı için almış. Günlüğünde ‘muhteşem eser’ diye söz ediyor Özet’ten, savaş boyunca yanında bir tılsım gibi taşımış, hayatta kalmasını Özet sağladı diye düşünüyor. Diğer askerler kendisinden İncilli Adam diye söz edermiş. ‘Hayatın ışığı’nı aradığı bir dönem… Tolstoy’dan iyisini mi bulacak? Dünya nedir, dünyayı nasıl anlıyoruz, aramızda nasıl anlaşıyoruz, merkezi bir öğreti var mı yok mu, hayat sorunu nasıl tanımlanır-— bunlarla uğraşan zeki bir adamın karşısına Tolstoy’un çıkması kaderin ortaya çıkıp kendini ele vermesi gibi bir şey. Tesadüfün bu kadar güzeli… Tractatus’taki numaralama sisteminde bile Tolstoy’dan etkilendiğini söyleyenler var. Tolstoy İsa’nın doğuşu, şeceresi, mucizeleri, yeniden dirilişi gibi kendince önemsiz bulduğu şeyleri İncil’den çıkarmış, 4 İncil’den tek bir özet yapmış. Hayatımız boyunca dünyaya bakıp bakıp sorduğumuz soruyu soruyormuş kendine o sıralarda: ‘Ne yapmalı?’— işte bunun cevabını veriyor kendince Tolstoy, gerçek yaşamın kendisini sevgide gösterdiğini söylüyor. Bu konuda o kadar radikal ki Özet’e göre eğer dünyada sevmediğiniz biri varsa ortaya bir inanç bile koyamazsınız, ne dua edebilir ne tanrıyı düşünebilirsiniz.” Sobaya biz uykuya geçinceye kadar evi sıcak tutacak odun atmıştım. Artık yatma zamanı. Ben yastığa başımı koydum, Z’ye doğru döndüm. Z başını yastığa koydu, bana doğru döndü. Tam bir simetri içinde birbirimizin gözünün içine bakıyorduk. Gözlerimizi kapatıp birbirimizden kopamıyorduk. Özet’e dönersem, şu an ruhtaki gerçek hayatı— sevgiyi yaşıyorduk. “Biliyor musun” dedim, “Bu yatağa ben bir başkasını aldım.” Hayatım boyunca böyle bir şey yapmadığımı biliyordu, çünkü Z bütün sevgililerimin toplamıydı, ben hiçbir sevgilimi aldatmadım. Gözleri gözlerime o kadar yakındı ki o an şeffaf ruhunun nasıl ışıldadığını gözlerinden izleyebiliyordum. Ona hikâyeyi anlattım: “Sen yokken bahçedeki kedileri kısırlaştırdım. Ben aslında dağda bahçede yaşayan köy kedilerinin kısırlaştırılmasına hiç ikna olmamıştım, hayvanın bütün tılsımını elinden alacakmışım gibi geliyordu. Ama sonra kış geldi, köyde yazın evlere alışmış kedilerin kışın nasıl ortalıkta sefil olduklarını gördüm. Hepsi aç, yoldan geçen herkese bağırarak neredeyse insan gibi ‘Açım’ diyorlar. O zaman karar verdim. Hamile kaldıklarında çekecekleri acı gözümün önüne geldi. Kediler ameliyattan sonra eve dönünce içlerinde en neşeli, en sokulgan, en güzel olan kedi durgunlaştı. Bakışlarındaki üzüntüyü görmeliydin. Veteriner enfeksiyondan şüphelendi. Ona ‘Kedide bile olsa depresyonu hemen tanırım’ dedim, hiç şaşmaz. Sonra kedi ortadan kayboldu. Onu hasta ettim, benim yüzümden bir yerde öldü diye suçluluk duydum, çok üzüldüm. Ama bir hafta sonra geldi. Başka bir kedi gibiydi, çöküntü yaşıyordu. Hiçbir şey yemiyordu. O gece onu eve aldım. Yanımdan, kucağımdan ayırmadım. Bazen o kadar iki sevgili gibi oluyorduk ki kendimi doğru yoldan ayrılmış bir sapık gibi hissediyordum. Kanepede yanımda, bu yatakta dibimde uyudu. Arada bir ses çıkarıp beni yokluyor, gelip başımı kokluyor, sonra gidip uyumaya devam ediyordu. Sabah bir mucize oldu, gözlerindeki melankoli gitmiş, hareketleri hızlanmıştı. Üstelik günlerdir ilk defa yemek yedi, iyileşmişti. 6 aylık bir hayvanla kurduğum bu bir gecelik sevgi bağının iyileştiriciliği bana Tolstoy’un sevgiyi gerçek yaşam olarak nitelendirmesini hatırlattı. ‘Dünyanın temel öğretisi hakikaten sevgi’ diye düşündüm, gerçek ‘gökyüzü ekmeği’.” Z elini alnımda dolaştırdı, sonra başımı göğsüne çekti. “Hiç tek gecelik ilişkin yok diye şikâyetçiydin” dedi. “Artık var, hem de türler arası bir ilişki.”

 

x Bu yıl köyde kimse zeytinden memnun değil. Bugün Pala’ya rastladım. O da memnun değilmiş zeytinden, yağmurun bir türlü yağmadığından şikâyet etti, yağ az verdi bu yıl. Köyde hayat nicelikler evreninde geçmiyor, en az olanın evreninde geçiyor. Köylüler en az olanın evreninde yaşadığı için yürürken bir yere— bir niceliğe bir an önce ulaşma hedefleri yok. Yavaş, kaba, yalın, kalın bir kımıldamazlıkla yürüyorlar, bu adamların salgında taktığı maske yerinden zor kıpırdar. Nicelikler evrenini ise şehirlerde yaşıyoruz. Nicelikler evreninde işler karışık, daha fazlasını elde etmek için canlı, hareketli olmak lazım, o yüzden işe giden metrolarda taktığımız maskeler yana kayıyor, al başına belayı. Burada köyde büyük plan yok, tasarlanan bir düzen var ama büyük plan yok, Pala’nın karşı komşusunun dağ eteğinde bir tarlası var, tam ortasından dere geçiyor, dere tarlayı ikiye bölüyor. Adam dereyi biraz kazıp derinleştirdi, kazdığı yere dışı kaburgalı, çelik takviyeli, basınca dayanıklı polietilen bir boru döşedi, üstünü toprakla örttü, dere suyu artık toprağın altından, borudan geçiyor. Böylece dereyi doldurup tarlasını deresiz, dümdüz, tek parça bir hale getirdi, tarihin gördüğü en kurnaz satınalmacılar olan İstanbullulara satacak, plan bu, köyde daha büyük planları o arsayı alıp buraya yerleşen şehirliler yapıyor. İşler rayından çıktı, tren rayın üstünde çılgın bir hızla gittiği için raydan çıktıktan sonra hemen durmuyor, yerde hâlâ hızla kaymaya devam ediyor, nihayet durduğunda trendekilerin ruh hali ne olacak merak ediyorum. O zaman belki kafalarını kaldırıp aslında bir gezegende yaşayan, çabuk incinen ince derili, tüysüz yaratıklar olduklarını anlayacaklar. “Toplumsallıktan değil, onların yarattığı toplumsallıktan bıktım” diye düşünürken bunu bir de mırıldanmış olacağım ki Z “Kim onlar?” diye sordu. Ben hızlı yürürüm, Z de sağ yanımda benden 25 santim ileride yürür. Benim en sevdiğim yerleşim onun solunda 25 santim gerisinde olmaktır. “Kim mi onlar” diye tekrarladım, “Onlar işte, hep bu şeyleri ara vermeden art arda yapanlar onlar.” “İdare konseyi gibi bir şey mi var diyorsun” dedi Z. “O hisse sahip olduğum oluyor sık sık” dedim. “Var bunların benim göremediğim, bendeki fiziksel bir eksiklikten dolayı bana görünmez olan bir kan pompalayıcısı.” Köylüler yürüdüğümüz yolun kenarına tarlalarını bozduğu için öldürdükleri kocaman bir domuzu atmışlar. Biraz dikkatli bakınca domuzun kıçından karnına doğru oyulmuş olduğunu gördüm, hemen kafamı kaldırdım, evet, neredeyse kartal büyüklüğünde kara kargalar üstümüzde dönüyorlardı. Pala bana öğretmişti, kara kargalar bir yerde dönüp duruyorsa orada mutlaka leş vardır diye. “Köyler kopkoyudur” diye başladım tekrar konuşmaya. Bir Marguerite Duras oyununda, sahnede metin okuyormuşum gibi devam ettim. “Koyuluğun içinden çıkamazsın. Mesela ben küçükken karşı köyde samanlıklar yanardı hep. İmamın iki oğlu samanlık yangınında ölmüştü. Sonra o imam da elektrik direğinden düşüp ölmüştü. Köylerde hep bir kız mezarlıkta intihar ederdi. Ya da hamile olurdu. Bunları ben altı yaşımdayken bilirdim. Ama bana hep koyu gelirdi bunlar. Yani bir hikayenin içindeymişim gibi.” Baktım Z sessizce dinliyor. Sarı yapraklı kavakların uğultusu duyulmaya başladı, eve yaklaşıyoruz. “Bir keresinde bütün gün beni aramışlar, kaybolmuşum” diye devam ettim. “Babaannem anneme demiş, ‘Çocuk bir kaybolsun defolup gidersin bu evden.’ Harmanda söğüt ağacının dibinde uyuyakalmışım. Ben evin dördüncü çocuğuyum. Benden önce üç kız var. Tabii köylüler erkek istiyor. Babaannem hele. Annem tarlada çalıştığı bir zaman, bana da hamile, camiden ezan sesi geliyor, Allah’a dua ediyor, ‘Rabbim benim de oğlum şu camide ezan okusun’ diye. O camide çok ezanlar okudum ben.” “Nedir bu ezbere okuduğun metin” diye sordu Z. Nasıl da her şeyi ikiletmeden anlar, onu yolun kıyısına park etmiş bir Cat M320D2 ekskavatörün arkasına çekip koklayarak öpesim geldi ama köylüler görür diye korktum. Köylülerin gözünde biz iki arkadaşız. “Köyde büyümüş bir şair arkadaşımın bana yazdığı mektup” dedim. “Ona bir zamanlar köy romantizmi yapınca bana uzun mektuplar yazarak köyü anlatmıştı, köyün köylüler için anlamının bir ziyaretçi olarak benim anladığımdan çok farklı olduğunu söylemişti, o zamanlar katılmamıştım ama bu kış virüs yüzünden burada kalınca sürekli o arkadaşımın cümleleri geçiyor aklımdan: ‘Ben kendime köylü derim. İki anlamda: Basit şeylerde inat ederim, uyum sağlayamam. Birisi bana ‘Şunu yapma’ desin sonunda ölüm olsa onu yapasım gelir. İnadına. Fıtrat. Köylü fıtratı bu. Köylü inadı. Köylü şüpheciliği. Teknik bir tarafı yok. Entelektüel değil. Girift değil. Oldukça düz, oldukça olağan.’ Ben de ona çocukken babamın arabasıyla bir köye gittiğimizde, biz arabanın içindeyken köylü çocukların arabanın camına gelip bizi akvaryum balığıymışız gibi yabancılıkla seyretmelerinden nasıl utandığımı anlatmıştım. Benim gözümden onlar, onların gözünden biz. Geçen gün Pala’yla yürürken bir inek görüp durduk, ben ineğin gözüne bakıp hayvan zihni hakkında birkaç şey düşünürken Pala ‘Sağmamışlar ya bunu’ dedi. Ben göze bakarken o memeye bakıyordu. Babamla yaptığımız köy ziyaretlerindeki yabancı halim geldi aklıma, elli yılda pek bir şeyin değişmediğini düşündüm.” Ev kapısına gelip içeri girerken “Sanki yukarıdan bize bakan bir kamerayla gördüm birden ikimizi, bayağı çift olduk biz” dedi Z. Bunlar ikinci sevgilimin sözleri… “Kendimi senden ayrı düşünemiyorum artık. Sen benim olduğum her şeysin. İnsan hayatı olmadan nasıl yaşar? İnsan ruhu olmadan nasıl yaşar?” Bunlar ise Heathcliff’in sözleri… Bahçeye baktım, yeri sarı yapraklar kaplamıştı, uzakta tankercinin köpekleri havlıyordu, bahçe bizimdi, duvarlar yüksekti, kimse yoktu, rahatça sarıldım. “Heathcliff… Sen de benim olduğum her şeysin…” dedim. Tabii ki, ben bir kolaj ustasıyım, Z’ye ruhunu üflerken herhalde aşk tembeli mazo Mecnun’un ruhunu üfleyecek değildim, hayvani ihtirasın— Heathcliff’in ruhunu üfledim.

 

x Yazmak bir yüreklilik işi. Saat 10:34, demek ki 11:45’te filan dönmüş olurum. Yazarları yazmayan bir toplumda yaşıyorsun, elden ne gelir? Yazıyoruz ama neler yazamadığımızı bilmeden yazıyoruz, bir otorite tarafından yasaklandığı için değil, ruhumuzda yok, ondan yazamıyoruz, o perde hiç açılmıyor. Neler yazabildiğimizi biliyoruz, işte hep o kanaldan yazıyoruz. Bir gün sırf bu dalları toplamak için geleyim buraya… Kışın kıyıya vuruyor bunlar… Bahçede güzel olur. Ne yazamadığımı bulmaya çalışıyorum, zor, becerebildiğim kadarıyla serbestleşmeye çalışıyorum. Kendimize kulak vermiyoruz, “yazılabilir şeyler” listesindekileri değişik bir üslupla yazınca o kolayca senin yazınsal değerin oluyor, üslupçuyuz… Sıkıldım mesela Steinbeck’in yayıldığı alanın genişliğine bakıp kıskanmaktan. Sevgilisine uzun bir mektup yazmamış yazarlar var aramızda, sevgiliye iki üç sayfa mektup yazmamış insan neler yazabileceğini —neler yazamayacağını— onun ayırdını henüz hiç anlamamış demektir, bakalım kalbindeki o akışın ne kadarına hâkim olabiliyorsun? Sevgilisizlik… Türkçe bilmeyen birine bu sözcüğü söylediğinde nasıl bir ses duyuyor acaba? Sevgilisisisisizizizi… Sevgilisizlik… Sevgilisizlikler arasında yaşıyorsun Ahmetçiğim, kendini üzme. Bir yandan da bu sevgilisizliğe çare olduğunu düşünenlerin sevgisizliği… Öküz gibi adamlar her şeyi biliyor. Ne dedi geçen gün Pala? “Çok bilince olmaz.” Erklilerin zulmü konuşulmayan zulümler içinde en iyi tanıdığımız zulüm. “Balina” dendiğinde Moby Dick’ten bahsetmeye başlar. “Kelebek” diyen olsa Nabokov aklına gelir. “Hipopotam” desem bana Wittgenstein’ı anlatır. Malumatlar ülkesinin şen turisti, elinde rehber… Yahu ilerle… Aç göğsünü dolaş, radar gibi… Ne var? O bomboş Ravanda kalesinde birbiriyle sevişen iki erkek vardı, hatırlıyor musun, biri bendim, biri— neyse şimdi onu anmayalım. Şu evi ilk gördüğümüzde “şair evi” demişti arkadaşlar, insanlar şairlere yoksulluğu, yalnızlığı yakıştırıyor. Bana da sanki bu evde bir terörist saklanıyor gibi geliyor, beyaz tül perde önünden her geçişimde sanki bir kıpırdıyor, biri beni gözlüyor sanki orada. Ama bak depodaki su seviyesi hiç değişmiyor, demek ki kimse yok evde. Tavuklar… Sararmış incir yaprakları… Dalında kalmış sarı ayvalar bahçesi… Aç kollarını… İşte büyük akış bu. Şu an kollarını açtığın kucaklanamaz şey… Senin merkezde durduğun Mükemmel Küre… İçimdeki üzüntü böyle rüzgâr gibi geliyor geçiyor, geliyor geçiyor, neden bilmiyorum, bu ülkenin başat florası üzüntü. Bu meşeler de bin türlü, birinin palamutu diğerine benzemiyor. Pasolini’nin Dekameron’unda ressam filmin sonunda ne diyordu: “Bir sanat eserini hayal etmek bu kadar hoşken onu yaratmak niye?” Önüne koyacaksın ki bakabilesin ressamaki, önüne koyacaksın ki bakıp anlayabilesin. Hoşluk değil ki mesele… Mesele anlamak… Ya ben niye böyle gergin biri oldum? Sokağa sıçan şarapçılara benzeyen adamlara bile kızar oldum. Allah’tan onların mekânı tüvitır, tüvitır binasından çıkınca yok olup gidiyorlar. Her şeyin de öyle kolay kurbanı olmamayı öğrenmem lazım. Mesleğim gibi oldu kurbanlık… Bir daha asla, asla, asla… Asla. Görünmeyene inanmak zor diyorlar ama bence esas zor olan görünmeyen görünsün diye kurulan büyük binalara yerleşmek. Allah mesela, kendini göstermiyor, onu öyle görmeden sevmeyi öğrendim ben. Ama onun yasalarından inşa edilmiş büyük cezalandırıcı yapılarda yaşamayı öğrenemedim. Karanlıkta kaderin sıradan bir neferi olmak daha kolay geliyor bana… Itzhak Perlman olsaydım o kemanı çalabilir miydim, var mı bende o engeli aşma gücü? Of, adamın burnuna bak amma büyük… Sıcak havalarda yüzünden aşağıya sarkıyordur bunun burnu, serinlemek için aşağı sarkan husyeler gibi, soğuk havalarda ise ısınmak için yüzüne yaklaşıyordur. Benim lisede bir şeylerle kavga ettiğim kesindi ama bana dışarıdan bakan neyle kavga ettiğimi anlayamazdı. Aslında bütün itirazım kendimi ikiye ayırmadan gerçekleştirmeye izin vermeyen mevcut cinsel rejimeydi. Cinsel arzuyu tanıdıkça hayatım yavaş yavaş ikiye ayrılıyordu. Halbuki işte beni çocukluğumdan beri şaşırtan o büyük akış tekti… Kollarını göğsünü dünyaya korunmasızca açtığın zaman o büyük tuhaf akışın içinde sen tektin… Kim attı bizi bu güzel gezegene? Romantiğim ben, aşk olmadan sevişemem, cinselliğin yüz karasıyım. Geçen hafta toplamıştım sahildeki plastikleri, yine dolmuş bütün kıyı, bir haftada her yer tekrar plastik doluyor. Mavi pet şişe kapakları… Şırıngalar… Montlar… Sutyen kopçaları… Göçmenlerden kalanlar… Doğal sergi… Bana sorarsan artık Doğu kalmadı. O kadar kendi arzumuzla vazgeçtik ki Doğu’dan. Bugün hırsla “Batı’ya karşı kendimiz olalım” diyenlere sorsak, o kendimiz hani nerede, etnoğrafya müzelerinde… Batı’nın kızdığımız oryantalizmi “biz bize benzeriz” diyenlerin kendilerine bakışı oldu, artık olmayan bir şeyin tuhaf bir romantizmi olarak içselleşti, bu göçler böyle devam ederse Batı da kalmayacak. Ne kadar çok kavram var gömülecek. Bütün o bizi siyasetle ezen, siyasetle kıstıran sıkıştıran o bütün kavramlar… Aç kollarını Ahmet! Burası internet değil! Bırak geçsin içinden o büyük akış… Bunu yazdım mı ben, yazdım galiba, içerik kavramını başından beri pek anlamadım ben, benim için onların içerik dediği şey işte bu akış, bu akıştan bir parçasını “içeri alıp” görünür— üstünde konuşulur, paylaşılır hale getirmek için biçimlendirebilirsen işte o zaman bir şey ortaya çıkıyor. Biçimci diyorlar, senin o biçim dediğin şey nesnenin ta kendisi. Öz dediğin şey orada öyle durmuyor ki, alıp kâğıdın üstüne geçiresin, o ancak olarak var oluyor… Diyalektiği niye sevdik bu kadar? Bu akışın ne kadarını yazabiliyorsun? İşte yine geldik Tolstoy’a. Ne diyor güzel Kont’umuz, tarihi anlamak için küçük küçük anların hareket kabiliyetini incelemek lazım [ Tarihî hareketin yasalarını araştırırken de kesinlikle aynı şey ( yani sonsuz küçüğü kabul etmek ) geçerlidir. / İnsanların sayısız rasgele isteğinden doğan insanlığın hareketi de süreklidir. / Sadece sonsuz küçük öğeyi, tarihin diferansiyelini, yani insanların aynı türden eğilimlerini alarak, onları bütünleştirme becerisini göstererek – bu sonsuz küçüklerin toplamını alarak – tarihin yasalarını anlamayı ümit edebiliriz. – Savaş ve Barış, 2. Cilt, 318/319. sayfalar ]. Ben buna Büyük Vızırtı demiştim 2006’da. İşte Tolstoy’un meşhur “her şeyi anlatma isteği” buradan geliyor. Tabii bu anlayış sayesinde bence hayatta dehşet ile sevginin nasıl atbaşı gittiğini anlıyoruz. Kont’umu okumakta geç kaldım… Ama işte sonunda yakaladım. Mıknatıslar onlar… Bazı yazarlar mıknatıs olur, seni çeker. Onların formülüyle hesaplaşmadan, onların çekimine karşı koymadan iki ayak üstünde durup sadece seni besleyen bir formül yaratamazsın. “Ne kadar yürüdün?” diye karşıladı Z beni. Telefonuma bakarak “8,5 kilometre, 10 bin 788 adım” diye cevap verdim. “Ben yokken ne yaptın?” diye sordum. “Köydeki evde uzun koridor yok, şehirde ben olmayınca uzun koridordan kaybolur, sonra yine oradan gelirdin. Bana anlatmayacak mısın orası nasıl bir yer?” dedim. “Anlatırım” dedi, “Ama bir şartla.” “Neymiş o?” diye sordum. “Sen de bana çobanla aşkının nasıl devam ettiğini anlatacaksın” dedi. Anlaştık Z, anlatmaz mıyım, pastoral— çobanlama benim en sevdiğim tür.

 

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr