Selçuk Küpçük: 1971 doğumlu. Gazi Üniversitesinde Psikolojik Danışma ve Rehberlik öğrenimi gördü. Ordu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-Televizyon bölümünde yüksek lisansını tamamladı. Dergâh, Merdiven Şiir, Arka Kapak, Granada, Kavram Karmaşa, Sonra Edebiyat, Sadece Şiir, Yolcu, Mahalle Mektebi, Ihlamur gibi birçok dergide şiir, poetika, müzik ve sinema yazıları yayınlayan Küpçük,  Karardı Karadeniz (İletişim Yayınları, 2012) ve Karadeniz’in Kaybolan Kimliği (İletişim Yayınları, 2014) adlı derleme kitaplarına Karadeniz ekonomi-politiği ve kültürü üzerine makaleleriyle katkıda bulundu.  Kitapları: Yüzleşmenin Kişisel Tarihi (2012), Modern Türk Şiirinde Bellek Arayışı (2013), Kirletilmiş Ölüler Kitabı ve Büyük Tefsir (2015), Aşk ve Teselli/Susma’nın Müzikal Poetiği (2018).

***

Selçuk Küpçük 1980’den 2000 sonrasına uzanan çıkmış ve kapanmış dergileri konu alan, dergicilik tarihimize veri aktarmayı amaçlayan bir kitap projesini tamamladı. Tamamlanması 15 yılı bulan çalışma, dergileri yayınlayan isimlerle gerçekleştirilmiş söyleşilerden meydana geliyor. Edebiyat Dergileri Atlası ismi verilen çalışmada dergilerin çıkış öyküleri ve gerekçeleri, içerik analizleri, poetik iddiaları, kimi zaman tasarım farklılıkları, okura sunuldukları süreç boyunca Türkiye’nin kültürel, toplumsal, edebi ortamına ilişkin gözlem, -varsa- eleştiri, yaklaşım ve pozisyonları dikkate alınarak yöneltilen özel sorulardan hareketle ülkemizin dergicilik haritasının çıkartılması amaçlanmakta.

İstanbul ve Ankara gibi Cumhuriyet tarihimizde önemli dergilerin varolduğu ana merkezlerle beraber Diyarbakır’dan, Konya’ya, Kocaeli’nden, Lüleburgaz’a, Trabzon’dan, Adana’ya, Antalya’dan Van’a kadar ülkemizin birçok şehrindeki dergi/cilik tecrübelerini tarihe not düşmeyi hedefleyen Edebiyat Dergileri Atlası 2 ciltten meydana geliyor. 1.cildi 1980 ve 2000 yılları arasında, 2.cildi 2000 ve sonrasında çıkmış ve kapanmış dergileri konu edinmekte.

Yazko Edebiyat, Üç Çiçek, Broy, Adam Sanat, Gergedan, Sombahar, Edebiyat ve Eleştiri, Göçebe, Kaşgar, Üçüncü Öyküler, Öteki-siz, Yom Sanat, Yaratım, Heves, İmge Öyküler, Mahfil gibi toplam 77 dergi başlığı bulunan çalışmada atıf yapılan ve söyleşi gerçekleştirilen isimler tarafından daha evvel veya sonra çıkartılmış başkaca dergilerle (85 dergi) ilgili de bilgilere yer verilerek 152 süreli yayın hakkında özel bilgilere ulaşmak mümkün.

 

Mahfil ekibi dergi hazırlığında. Soldan sağa: Şirin Doğan, Ahmet Güntan, Naime Çağlayan, Ömer Ozan Erdoğan, Ömer Şişman, Tuba Esin.

Mahfil ekibi dergi hazırlığında. Soldan sağa: Şirin Doğan, Ahmet Güntan, Naime Çağlayan, Ömer Ozan Erdoğan, Ömer Şişman, Tuba Esin.

 

Sizi, Osman Çakmakçı (ilk 6 sayı) ve Ahmet Güntan’ı bir araya getiren Mahfilin çıkış öyküsü nasıldır?

GÜNTAN: O zamanlar ben hep Tünel’deki kaffeehaus’ta olurdum. Osman geldi, her zaman olduğu gibi “içinde enerji olan yeni bir dergi” çıkarmak istiyordu. Bana “Beraber çıkaralım” dedi, birtakım başka isimler saydı. “Boş ver o isimleri, gençler çok iyi, onlara git. Ben dergicilik yapamam, gençlerle yap” dedim. Benden on kişilik bir liste aldı. Ömer’i aramış, “Ahmet’le dergi çıkarıyorum, sen de gel” demiş. Ömer de düşünmüş, beni duyunca “Tamam” demiş. Sonra bana geri döndü

“Bak Ömer de var, hadi gel” dedi, Ömer’i duyunca birden “Tamam” dedim. O zamanlar Ömer’le şimdiki gibi yakın değildik ama tabii ilgim vardı Ömer’e. Öyle bir araya geldik. Osman bizi kandırdı yani, ama güzel oldu, Osman’ı bu sonsuz hevesi yüzünden çok severiz zaten. Sonra “Benim düşündüğüm bu değildi” diyerek Mahfil’i bıraktı ama ilk bir araya geliş törenini o başlattı.

ŞİŞMAN: 2007 sonbaharıydı sanırım. Osman Çakmakçı telefon etti. Yeni yeni tanışmıştık. “Ahmet Güntan’la bir dergi çıkaracağız, seninle beraber hazırlamayı çok istiyoruz” dedi. Osman Çakmakçı daima çocuksu, coşkuludur. Ahmet Güntan’a da “Ömer’le dergi çıkaracağız, seninle beraber hazırlamayı çok istiyoruz” demiş. Çakmakçı’nın bizi Mahfil’de böyle pembe bir yalanla bir araya getirdiğini üç dört sayı çıktıktan sonra anladık ancak. Ben o zamanlar Gayrettepe’de bir ajansta düzeltmen olarak çalışıyordum. Öğle saatinde çıkar Taksim’e giderdim, Ahmet Güntan’ın ajansı İletişim Ünitesi’nde buluşurduk. Aklımızda gazete ebadında bir yayın vardı. İletişim Ünitesi’nden Ömer Ozan Erdoğan’a aklımızdan geçenleri özetledik, bize bir sayfa düzeni hazırlamasını istedik, Mahfil’in tasarımını yaptı. Grafik uygulama için heves’i de hazırlayan arkadaşımız Şirin Doğan’la anlaştık. Derginin güncel sayısına son şeklini verdiğimiz öğle buluşmalarında Şirin de gelirdi ofise. Dergiyi hazırlar, sonra gider Lades’te öğle yemeğimizi yerdik, öyle dönerdim işe. İlk başta bir prova hazırladık. Bu provayı dergiye davet etmek istediğimiz isimlere mail attık. Önlü arkalı tek sayfa, haftalık, tarafların tartıştığı, hızlı aksiyon alabilecek bir dergi düşlediğimizi anlattık. Hemen hemen herkes de coşkuyla katıldı. Üç dört aylık bir sürenin sonunda dergi Ocak 2008’de çıkmaya başladı. Derginin çıktığı sekiz ay boyunca hemen her cumartesi Beşiktaş’taki Hakan Pastanesi’nde buluştuk. Dergi ekibi de cumartesileri orada olduğumuzu bilirdi, her cumartesi fırsat bulanın gelmesiyle saatler süren buluşmalarımız olurdu. Derginin ilk altı sayısını Osman’ın hatırıyla Oğlak Yayınları’nın baskı hizmetleri bastı, cüzi bir ücret ya alıyorlardı ya almıyorlardı, geçmiş zaman, net hatırlamıyorum. Ama Osman ayrıldıktan sonra onlar da dergiyi basmayacaklarını bildirdi. Kalan 24 sayının basım masrafını Ahmet Güntan üstlendi, İletişim Ünitesi’ne de hizmet veren Bizim Matbaa’da basıldı.

 

Mahfil’i çıkartırken mevcut şiir ortamımıza ilişkin gözlemleriniz, eleştirileriniz nelerdi? 2008 yılında Türk şiiri ne durumda idi Mahfil açısından?

GÜNTAN: Dünya 2008’e gelmiş, şiir 1980’de kalmıştı. Hatta şimdiki bakışımla “50’ler formülünde kalmıştı” diyebilirim. Birbiriyle çatışan bir sürü değişik kanal yıllardır şiirin nasıl bir şey olduğunu, olması gerektiğini bayağı şaşırtıcı bir enerjiyle tartışıyordu. Şiirin ayağa kalktığı uzun bir dönemdi. Bütün bu çatışan görüşlerin ortak paydası şiirin değişmesi gerektiği fikriydi. Şiire giriş kapıları çoğalmıştı, bu iyi bir şeydi. Her kanal bir yandan kendi örneklerini veriyor, bir yandan da birbirinin ne yaptığını takip ediyordu. Gruplar arasında arkadaşlık da vardı. Ama büyük bir çatışma da vardı. Tek bir mekânda, herkesin aynı kürsüden fikrini eşitlik içinde söyleyeceği, birbirini dinleyeceği bir “toplanma yeri” olsun istedik. Benim bir “soba” benzetmem vardı, idealist iyimserliğimin zirve yaptığı bir terim, soba başında daire olup konuşacaktık. Öyle kolay değilmiş, zormuş.

ŞİŞMAN: Şiir 1980’de kalmıştı, evet. Hatta daha ileri götüreyim, 80’den gerideydi. 90’ların sonu ile 2000’lerin hemen başlarında böyle anakronik bir dönem var: Bu dönemde itibar gören şairler ve şiir ortalaması, 50’lerden de 60’lardan da 70 ve 80’lerden de geride, nasıl desem, bir vasatlık dönemi. 2008’den öncesinden alayım. 2001’den itibaren daha içerden gördüm, dergilerde -o zamanlar şiirin sergi alanı dergilerdi halen- gençlere çok benzer öğütler veriliyordu: “sözcük ekonomisi”, “imgeyi damıtmak” vs bir reçete vardı. 18-19 yaşımda Adam Sanat vb dergilerde yayımlanan şiirleri okuyunca güncel şiirin çok bayık bir şey olduğunu, içimde kopan fırtınaların bu danışıklı bayıklığın yanında ilkel kaldığını hissetmiş, ben herhalde şair değil öykücüyüm diye düşünmüştüm, zira aynı dönem aldığım Adam Öykü’de bana hitap eden şeyler okuyabiliyordum zaman zaman. 2000 yılını takiben Varlık’ta ve E dergisinde “Ustaların Seçtikleri” köşesine şiir göndermiştir çoğu akranım. Oralarda da bir sıkışmışlık vardı. O zamanlar şimdiki dergi, fanzin patlaması da yok. Ve aşağı yukarı 1980 doğumlu yeni bir kuşak geliyor. Yeni çok geleneksel bir şey. Hatta dünyanın en geleneksel şeyi “yeni”. Yeni olmak tek başına anlamlı da değil. Bazen olur bazen olmaz. İşte biz de bütün yeni ve cahil halimizle ilk kez heves’te bir arada geldik. Heves koalisyon dergisidir bu bakımdan. 2000’lerin başladığı dergidir aynı zamanda. Neredeyse hiç polemik yazısı yayımlamayan bir derginin sırf yayımladığı şiirlerle bu kadar kavga gürültü çıkarması önemli. Heves’te 2003-2008 arası ilk dönem şiirlerimizi yayımladık. Alay etme-alay edilme, kibir-yok sayılma, aşağılama-düşmanlık vs… karşılıklı hepsi yaşandı. İçerde ve dışarda ajitasyon. Olması gerektiği gibi. Bu dergiyi önemli kılan, yayımlanan şiirlerdi. O şiirleri yazanlar da bizlerdik. Dergi üç ayda bir çıkıyordu. 2008’de artık kanıksanmaya başlamıştı. Hani Breton izleyici provokasyonu taktiğinin hızla stereotipleştiğinden, fosilleştiğinden yakınır. Bu kanıksanma da biraz ona benziyor. (İçimizde hormonal şiirler yazanların da olduğunu hesaba katarsak… Hoş, tepkiyi benim deyiş yerindeyse kimyasal şiirlerim çekiyordu daha ziyade.) Neyse. Kesintisiz devrim olmaz. Bir şiir hareketi yirmi yıl sürmez. Bizde de dördüncü yıl dolduğunda bir voltaj düşüşü vardı. Tam üstüne bir de ISSN bürokrasisi gibi bir sorun çıktı, o zamana kadar ISBN’le basılan dergiyi ISSN’le basmaya geçtik, zaten üç aylık olan dergiyi bir sayı pas geçtik, böylece altı ay ara vermiş olduk 2008 Ocak-Temmuz arasında. O sıralar heves’le beraber faal olan fayrap da beş altı ay çıkmadı, işte tam o dönem Mahfil haftalık çıktı.

 

Tabloid boyda, önlü arkalı bir sayfa ve haftalık biçimde yayınlanan bir şiir dergisi olarak Mahfil okurda nasıl bir karşılık buldu? 30a yakın şehre, 50ye yakın kitapçıya gönderildiğini ve değişik bir okur profiline sahip olduğunu söylüyorsunuz bir soruşturmada (Edebiyatta Üç Nokta, Güz 2010, Sayı 4, s.48). Bu değişik okur”dan bahsedebilir misiniz?

GÜNTAN: Ömer bu soruya daha ayrıntılı cevap verebilir. Tabloid boy kürsü olmayı amaçlayan haftalık bir dergi için en iyi boy olarak geldi bize. O hafta yayımlanan bir yazıya verilen cevabı ertesi hafta yayımlıyorduk, gazete gibi. Derginin adının hemen yanına “50 kuruşa şiir” yazmıştık. Bu bazı eleştirilere yol açtı, şiiri ucuzlatıyorsunuz diye. Halbuki zaten amaç şiirin “ibadullah” tüketilmesiydi. Bu amaca epey ulaştık da… Bir süre sonra o 50 kuruşların bir türlü toplanamayacağı da ortaya çıktı. Aslında bedava dağıtıldı resmen. Haftalık olduğu için kargodan başka bir dağıtım da mümkün değildi. Her şeyi kendi imkanlarımızla becerdik. Tasarım, dizgi, baskı, dağıtım… Bazen düşünüyorum, sosyal medya şimdiki gibi yaygın olsaydı, daha kolay erişirdik herkese. 2007-2008 yılları facebook’un daha yeni yeni popülerleştiği yıllardı, twitter yeni başlamıştı, pek kullanmadık açıkçası.

ŞİŞMAN: Daha önce temsilciler aracılığıyla dergi dağıtımı yapmıştım. Kitapçılar çoğunlukla derginizi kabul etmez, kabul etse de iade/tahsilat alamazsınız çoğunlukla. Ayrıca her şehirde temsilci bulamazsınız, bulduğunuz temsilciler de bazen güveninizi boşa çıkarır. Birkaç büyük şehirde yine temsilci aracılığıyla dağıttık dergiyi. Bunun dışında ise Mahfil’in kendine özgü yapısı sayesinde çok fazla kitapçıya ulaştık. Zonguldak’tan Mardin’e, Muğla’dan Erzurum’a pek çok şehirdeki kitapçının telefon numaralarını arama motorundan bulup tek tek aradım, iade ya da tahsilat istemediğimizi, sergilemeleri/satmaları için dergi göndermek istediğimizi söyledim. Hepsi kabul etti. Böylece bir kargo listemiz oldu, kimine 5 kimine 20 nüsha gönderdik. İletişim Ünitesi’nden Naime Çağlayan derginin yeni sayısı gelir gelmez kime ne gönderilecekse tasnifler, gönderirdi. Ayrıca her çıkan sayının PDF’ini yurt dışında yaşayan tanıdığımız şair ve okurlara günü gününe toplu mail atardık. Mahfil’i ayrıca vapur iskelelerinin yanında yöresindeki gazete bayilerine de bırakırdık. Bugün bunu büyük dağıtıma girmeden yapamıyor bir dergici. O gün de yapamıyordu da sızdık işte içeri. Ege Üniversitesi Şiir Topluluğu Mahfil’i fark edip her hafta yaptıkları buluşmaların gündemini Mahfil’in güncel sayısı olarak belirlediler. Derginin güncel sayısını alıp fotokopiyle çoğaltıp okuyup şiir buluşmasına öyle geliyorlarmış. Düşünün, öğrencisiniz ve her hafta 50 kuruşa okuyabileceğiniz, sizi ilgilendiren konuları tartışmaya açan bir şiir dergisi çıkıyor. Bu şiir topluluğunda Liman Mehmetcihat, Denge Esenterk gibi isimler vardı. Mehmet Davut Özdal hakeza Beşiktaş’ta mizah dergilerinin yanında Mahfil’i fark edip okumaya başlamış, ilk şiirlerini gönderdi bize, sonra davet ettik, Hakan Pastanesi’ndeki buluşmalarımıza geldi, tanıştık, ilk şiirlerini de Mahfil’de değil ama Heves’te yayımladık, bugünün bu saydığım ve bazı saymadığım şairlerinin hayatına dokunmuştur Mahfil.

 

MahfilHaftalık Toplanma Yeri” ibaresiyle çıkıyordu. Farklı şiir anlayışlarına sahip isimleri bir araya getirme fikrinin sizde mutlak gerekçeleri olmalı. Mevcut dergicilik ortamına ilişkin ne tür sorunlar gördünüz ki, bu farklı isimleri Mahfile davet ettiniz?

GÜNTAN: Şöyle düşünün, bir yerde çıkan bir yazıya verilen cevap en az üç ay sonra çıkan başka bir dergide veriliyordu. heves dergisinin çıkış aralıkları yetmiyordu. Fayrap en sık, en düzgün çıkan dergiydi. poetikhars online olduğu için hıza sahip bir ortamdı ama o da herkese açık olmayan biraz cakacı bir yerdi. Ücra dergisi o zamanlar kapalıydı hatırladığım kadarıyla… Halbuki enerji vardı, tartışma cehdi vardı, yazılar arasındaki zaman bize uzun geliyordu. Sosyal medya şimdiki gibi anlık tepkilerin tek yuvası değildi, twitter çok yeniydi, ama mail gruplarında tartışmalı yazılara anlık öfkeli tepkiler veriliyordu, halbuki konular önemliydi, öfkenin yerini konuşma alsın, bizim isteğimiz buydu. Buyrun işte kürsü… Konuları her hafta tartışalım. Bugünün medya imkânlarıyla bu amaç komik geliyor. Çünkü bugün artık her şey anlık, alıştık da buna, o zamanlar alışmamıştık, daha kapsamlı tartışmalar bekliyorduk. Ben şahsen o günden bu güne artık böyle şeyler beklememeyi öğrendim. Düşünsenize blog denilen şey bile bugün ne kadar arkaik… Mahfil matbunun çevrimiçi dergiciliğe son enerjik nitelikli kalkışması, matbunun gördüğü son renkli rüya oldu bence, yenilgisi normal… Şimdi matbu dergiler yine uzun aralıklı seçkiler olmaya geri döndü. Zaten ortalıkta bir tartışma da kalmadı. Şiir tartışmasızlığa geri döndü. Öfke hâlâ var, tartışma zayıf.

ŞİŞMAN: Twitter neredeyse yok gibiydi. Blog dönemi bile tam başlamamıştı. Mail grupları vardı 2001’den beri. Farklı dergileri çıkaran şairler mail gruplarında tanışır, tartışır, kavga ederlerdi bazen. Birbirini “tanıyan” çevreler vardı, bir çeşit uzlaşı: heves, poetikhars, fayrap, ücra, cehd vs. Düşüncesine katılmasan da bir temsil kabiliyeti olduğunu düşünüyorsun mesela, o da senin için aynısını düşünüyor aşağı yukarı. Böyle özetleyeyim. Tansiyon bazen çok yükselirdi. Ve bu dört beş yıldır böyleydi. Bütün tarafların uzaktan mevzi savaşı vermektense karşılıklı oturup tartışması gerekiyordu artık. Böyle düşündük.

 

Derginizin bu farklı poetik eğilimlere kendilerini ifade alanı aralama, sizin deyiminizle fikirlerimizi duyulur hale getirmek için yapılan bir toplantı” düşüncesi mevcut edebi kamuda nasıl bir yankı buldu, gerçekçi görüldü mü mesela?

GÜNTAN: Davetimizi herkes çok samimi bir hevesle kabul etti. Ben içimden şaşırmıştım hatta, nasıl bu kadar kolay oldu diye. Çünkü tartışmalar sertti, bir araya gelmenin zor olacağını düşünmüştüm, olmadı. Sanırım benim de Ömer’in de toparlayıcılığına bir güven duyuldu. Fakat ilk tartışma ilk sayıda Hakan’ın [Arslanbenzer] “Edebiyatımızda Belçikalılar” yazısıyla kucağımızda patladı. Öfkeli bir e-posta akınına maruz kaldık, “e-postayla tartışmayın, Mahfil’de tartışın” dedik, zaten onun için çıkıyordu Mahfil… Sanırım herkes Mahfil’i bu ilk çatışma ile anladı. Gerginlik hep devam etti, ama güzel bir şey olarak algılıyordum ben o gerginliği, edebiyatımızda o gerginlik her zaman besleyici olmuş… Hakan o yazıyı kimseyi öldürmek için yazmamıştı, öldürmeden de tartışır insan… Dışarıdan izlenip izlenmediğine bakmayacak kadar meşguldük. Kargoyla “ibadullah” dağıttığımız için ne ne kadar nerede okunuyor filan pek izleyemiyorduk. Dışarıdan kişisel takıntılı saldırılar oldu, olmasa şaşardık, ama onlar çabuk geçti. Kapanınca Doğan Hızlan köşesinde bir yazı yazdı, o zaman anladık ne ölçüde izlendiğimizi.

ŞİŞMAN: Davetimizi Barış Özgür dışında kimse reddetmedi o dönem, Barış Özgür ise inzivadaydı, dünyayı reddetmişti zaten. Hakan Arslanbenzer’in ilk sayıdaki yazısına Suzan Sarı’nın cevabını da yayımladık sonra. Zayıf bir cevaptı. Bir tartışmada birinin zayıf kalması olağan bir şey. Bu zayıflıktan ötürü dergi kabahatli görülmemeli. Ama öyle oldu, sanki Arslanbenzer’e bir taviz vermişiz gibi. Dergicilik, hele böyle bir dergicilik deli işi. Beni arayıp “Sizi adil olmaya davet ediyorum, bize bilmem kimden daha az yer veriyorsunuz” demişti mesela bir şair. Açıp baktığımda bunu söyleyen şairin daha fazla şiirini yayımladığımızı görmüştüm. Şiirlerin etki gücünü de dergiler belirlemez. On şiirin yayımlanır, başkasının üç şiiri daha fazla etki eder. Bir şiirin doğal etki alanı doğal iktidarıdır, şairi bile bir şey yapamaz yayımladıktan sonra. Ha, bir de şu geldi aklıma, Mahfil’le ilgili en alacakaranlık anım: Osman Çakmakçı Beşiktaş’taki Mahfil buluşmasına gelen Zeynep Arkan’la münakaşa etmişti. Doğrusunu söylemek gerekirse, Zeynep Arkan masaya oturduğu andan itibaren Osman’ın üstüne oynamıştı. Safız, anlayamamış, konduramamıştık ve Osman’dan misafire karşı biraz sakin olmasını rica etmiştik. Osman Konuk ve Cem Uzungüneş de vardı o masada. O gün Osman Çakmakçı biraz mutsuz ayrıldı yanımızdan. Birkaç gün sonra beni Serkan Işın aradı, “İstanbul’da, Cafe Shop’tayım, müsaitsen görüşelim” dedi. O sıralar oturduğum evin yanındaki kafe. Gittim ki Serkan yalnız değil, yanında Osman Özbahçe, Hakan Şarkdemir var. Orada tanıştım ikisiyle. Biraz oturduktan sonra adeta Mahfil hakkında sorguya çekilmek için davet edildiğimi hissettim, çok geçmeden Samed Karagöz diye biri geldi, şimdi TRT’nin bir şeyi herhalde, sırnaşık bir edayla “N’oldu ya, Osman Çakmakçı ayrıldı mı dergiden? Zeynep anlattı, gittim dağıttım dergiyi diye” dedi. Derginin henüz üçüncü sayısı çıkmıştı. Ayrılıp ayrılmadığını dördüncü sayıda görürsünüz dedim, ki Osman’ın 6. sayıdan sonra ayrılmış olacağını biliyordum. Bu habislik istidadını unutmadım. İşte edebi kamudaki -edebiyata yansımayan- yankılardan sadece biri de bu.

 

Mahfile davet ettiğiniz isimler daha evvel kendi şiir anlayışlarını kendi dergilerinde açıklamış, yapılandırmaya çalışmış, kimisi manifestosunu yayınlamış isimlerdi. Siz bu isimleri/Ehl-i Mahfil”i derginize davet ederken nasıl bir poetik seçicilik yürüttünüz?

GÜNTAN: Yenilikçileri çağırdık. İddiası olanları, tartışacak olanları.

ŞİŞMAN: Yukarıda andığım, 2003-2008 döneminin başat dergilerinin önde gelen şairlerini ve önceki kuşaklardan Seyhan Erözçelik, Tarık Günersel, Lâle Müldür gibi önemsediğimiz şairleri davet ettik.

 

Edebiyat dergiciliği birikimini dikkate aldığımızda bu toplanma deneyimi” açısından kendinizi irtibatlandırdığınız hangi dergileri önemsiyorsunuz? Bu toplanma girişiminin bir geleneği var mı dergicilik tarihimizde?

GÜNTAN: Herkesin yazdığı dergiler vardı 70’lerde. Ama onların misyonu toplanmak değildi. Dergicilik kendiliğinden oydu eskiden, teknolojinin getirdiği bir şey… Bir imkân var, o imkânla çıkan bir dergi şairlere ses verme ortamı hazırlıyor, o imkânı isteyen herkes kullanabiliyor. O ruhu güncelleştirmek istedik. Mahfil’in farkı şiirin önemli bir enerjiye sahip olduğu bir dönemde tartışan karşıt tarafları bilinçli bir şekilde, bile isteye bir araya getirmesidir. “Ehl-i Mahfil” o bilinçtir işte… Misyon dergisidir. Taraflara tartışma eşitliği arayan bir dergiydi. Eşdeğeri var mıdır bilmiyorum.

ŞİŞMAN: Mahfil’e eş bir toplanma deneyimi aklıma gelmiyor doğrusu. Elbette toplanılan dergiler var, ama heves’teki toplanma gibi daha ziyade onlar. Mahfil’deki gibi “aynı dönemde yenilik iddiası taşıyan farklı ve karşıt cenahlar”ın bir araya getirildiği bir “deney” gelmedi aklıma.

 

Mahfil 30.sayısında Toplantı Bitti!” başlıklı yazı ile yayınını sonlandırdı. Neden kapandı Mahfil? Dergicilik birikimimiz adına Türk şiirine Mahfilden ne tür deneyimler kaldı sizce?

GÜNTAN: Açık söyleyeyim, karşıtlıkların bu kadar sert yaşanması bizi yordu, arada kalıyorduk, saatlerce barıştırıcı telefon konuşmaları yapacak insanlar da değildik. Maddi imkânlar da bizi zorlamaya başlamıştı. İlk başlarda her cumartesi Beşiktaş Hakan Pastanesi’nde toplaşırdık. O günler çok güzeldi. Sonra dargınlıklar başladı. Dergiyi o noktada kestik. Kestikten sonra da eleştiriler devam etti. 2000’lerin son gösterisi oldu Mahfil. Bir özet gibi… Bundan sonra Mahfil gibi bir deneyim olur mu? Önce şiirde bir kriz olduğunu kabul eden gruplar olması lazım. Bu krizden çıkmanın değişik yollarını öneren militan düşünceler lazım. Bu düşüncelerin etrafında toplanmış kuvvetli figürler… Bir kabuk değiştirme cehdi… Bunlar olursa ortak bir kürsü ihtiyacı olabilir. Tabii kültürümüzde hâlâ yan yana gelme dürtüsü yaşarsa… Mahfil bu dürtünün yaşamaya devam eden hayaleti… Bir araya gelmek her şartta güzeldir. Ehl-i Mahfil’den bugün bir bağım kalmayan arkadaşlar var, ama hepsini özlemle hatırlıyorum hep. Güzel günlerdi, çok şey öğrendik, 2000’ler Türk şiirinin önemli bir dönemidir. Bundan sonra bir Mahfil ihtiyacı doğabilir mi, doğabilir, ama matbu olmaz artık, matbu tartışma hızına yetişemiyor, o günler çoktan geçti.

ŞİŞMAN: Yorulmuştuk. Dahası, herkes söyleyeceğini 30 sayıda söylemeli zaten. Son zamanları sinir harbine dönmese biraz daha sürerdi belki ama 100-200 sayı devam edeceğini düşündüğümüz bir an baştan beri olmamıştı. Dönem sonu raporu aldı Mahfil bir bakıma. Ki iki yıl sonra da heves kapandı. Bir evre geride kalıyordu yani. Bundan sonra yakın gelecekte Mahfil gibi bir deneyim yaşanacağını sanmıyorum.

Resim1

* Mahfil’in bütün sayıları okumak için: http://mahfilci.blogspot.com/

 

 

 

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr