Onur Köybaşı: Bugün iki şiirinizi ara ara okuyup durdum; “Ormanların Gümbürtüsü.” ve “Anladığımız Dört Beş Şey.” üzerine düşündüm sürekli, sonra yine okudum. Kendime bir far olmayı ve kendi ormanımdan, doğru yerlerimden nasıl yara alarak çıkabileceğimi düşündüm. Bu iki şiir bana David Lynch’in “Kayıp Otoban” filmini anımsattı. Sonra Ahmet Güntan bir David Bowie şarkısı olmak istese hangisi olurdu diye sordum kendime. Bu soruyu size sormak istesem cevabı ne olurdu?
Ahmet Güntan: En sevdiğim Bowie şarkısını sormuyorsun, öyle anladım, zaten o kadar çok ki. Bir David Bowie şarkısı olmak istesem hangisi olurdum? “Absolute Beginners” belki. “I am an absolute beginner…” Defalarca sıfırdan başladım çünkü, sıfırdan başlamayı çok iyi öğrendim.
Onur: Tüm sıfırlarınız birbirine benzer mi? Şarkıda geçtiği gibi; teklif edecek ya da alacak bir şeyiniz kalmayıp zor satırları da bir kenara mı koydunuz? “San Francisco Kid.” şiiriniz Pasoli’nin “…nefret ettiğim bir dünyayı severek” dizesi ile açılıyor. Dünyayı yaşarken mi yoksa anlatırken mi daha çok seviyorsunuz?
Ahmet: Onlar artık birbirine karıştı. Kafamdaki ses hem yaşantım hem anlatım oldu.
Onur: Bu arada söyleşimizi yaparken fonda çalacak bir şarkı istesem sizden?
Ahmet: Ne soracağını bilmiyorum henüz. Sessizlik olsun şimdilik.

Onur Köybaşı
Onur: Sessizliği bozmayı çok iyi bilen bir şair olduğunuzu bildiğim için gönlüm oldukça rahat ve aniden kalkıp açacağınız şarkıyı merakla bekliyor olacağım. Şu an mekan olarak ikimiz de nerede olduğumuzu bilmiyoruz, bu uzay hali beni heyecanlandırıyor. O zaman şöyle devam edeyim: Şiirde somut ve gerçekçi bir stüdyo kurdunuz, ama bir yandan bu konuda “Bana güvenmeyin“ diyerek kendi kurduğunuz stüdyoyu bozup yeniden kurduğunuz zamanlar da oldu. Sterilize edilmeye çalışan şiire karşı çıktınız. Hatta, şairin aktaran, kopyalayan, birbirine yapıştıran olduğunu ve ortaya çıkan şeyin gerçekçi olduğunu savundunuz. Peki, kendi gerçekliğinizi sarsan şeyler oldu mu, varsa da neler oldu? Son zamanlarda birçok şairin garantici olduğunu görüyorum; siz hem şiiri hem kendi şairliğinizi tehlikeye açma konusunda oldukça cüretkârsınız. Ve tek bir şiire teslim olmayıp şiirde hep yeni alanlar açtınız, hatta açtığınız alanlarda yürümeye korkan genç şairler için kılavuz oldunuz. Bu cesaretin kaynağı nereden geliyor?
Ahmet: Sen “cesur” diyorsan öyledir. Ben kendime “cesur” demem. Benim için ortada bir “cesaret” yok. Bir şair nasıl var olursa öyle var oluyorum. Yani yaptığım şeyleri yaparken kendimi “cesur” bulduğum olmadı. “Cesur” dışarıdan bakan birinin söyleyebileceği bir şey. Ama mesela aşırı gittiğimi biliyorum. Kendimi tutmamayı öğrene öğrene ilerledim hep, tutarsam kendimi gerçekçi hissetmem. “Maykıl’ın hamam macerası.”nı yazdım mesela… O şiir “biraz fazla”… Allah’tan pek okunan bir yazar değilim. Okumadıkları için kimse çıkıp “Bu kadarı da fazla” demiyor. Aynı yerde uzun kalırsam bacak sallarım ben. Sürekli değişen bir karakterim var. Neden sürekli değişiyorum, bunun cevabı için yazdıklarımı okuman lazım. Beni anlamak isteyen yazdıklarımı okumalı, başka bir yol bilmiyorum. Herkes hâlâ “Parçalı Ham.”ın şiir olup olmadığını tartışıyor. Şiir olmasın ne var? Okuma parçası olsun, ama okuyun, ben oraya bir şeyler yazmışım, beni anlamak istiyorsanız okuyun. Değişken insan aynı yerde kaldı mı orası zindan olur. Zindanların zabitanları vardır. Oranın profesyonelleri. Kalın kitaplılar. Sevmem zabitanları. Onların metinleri insanı korkutarak ele geçirir. Kendi yarattığım şeyin zabitanı olamam. Çıkarım oradan.
Onur: Gösterişçi bir cesaretten bahsetmiyorum: kendiliğinden gelen inancın cesaretiydi söylemek istediğim. Aşırılığı aramak, aşırı gitmek de cesaret ister. “Kanlı 31.“ ve “Tenbel Ahmed’in eniştesi.“ de benim için “Maykıl’ın hamam macerası.“ kadar sıradışı güzellikte. Anlaşılmak gibi bir derdinizin/isteğinizin olduğunu düşünmüyorum mesela. Pek okunmama düşüncesi sizi daha mı özgür hissetiriyor, onu da bilmiyorum; ama şiirinizi korumak için geride durduğunuzu okumuştum. Bir yandan da Ferlinghetti’nin Popülist Manifesto’sundaki Şairler, saklandığınız yerden çıkın / Pencereleri açın, kapıları açın çağrısını yinelediğinizi de (şgkb). Sizi bir kaplumbağaya benzetiyorum; -yavaşlığını değil- tek yerleşkesi kendi gövdesi olup herhangi bir yere ait olmayı reddeden, şiirini sırtında taşıyan bir kaplumbağa daha çok. Siz, ne zaman başınızı çıkarıp ne zaman içeride bırakırsınız?
Peki, birileri çıkıp size bu yazdıklarınızın fazla olduğunu söyleseydi nasıl bir tutum sergilemeyi tercih ederdiniz? Madem “Parçalı Ham.” dediniz, daha sonrasına sakladığım soruyu şimdi sorayım: “Parçalı Ham.”da bir doktor ya da bir nevi şifacı gibiydiniz; kan kaybeden, sağlığı bozulan şiire adeta bir reçeteydi kitap. Tıptaki alternatifin şiirde de olacağını gösterdiniz. Hatta bana kalırsa “Parçalı Ham.”, şiirdeki bigbang patlamaydı. Nasıl bir uykunun ya da uyanışın eseri, yazarken kitabın böylesine ses getireceğini düşünmüş müydünüz?
Ahmet: Anlıyorum hangi anlamda “cesaret” dediğini. Cesaretin kaynağını sordun ya, bilmiyorum işte o kaynağı, onu demek istiyorum. Hayatta kendime “Cesur ol” dediğim anlar oluyor ama şiir bunlardan biri değil. Cüret göstermiyorum yani, yazdığımla arama ben izin vermedikçe kimsenin girmesi mümkün olmadığı için orada yaptığım şeyde cesaret bana gerekli değil, onu demek istedim. Ama biri dışarıdan bakar, “Ne cesaret” der, bak o zaman “Hakikaten ha” derim. Ben yazma azmime “cesaret” demem. Bana hep “Sen ne sanıyorsun kendini” tonunda saldırırlar, demek ki bir kendini bilmezliğim var, bu kendini bilmezliğe “cüret” diyebiliriz. 21. yüzyılda şiir yazmayı seçmek belki cesaretin ta kendisidir. Sormuşsun başımı dışarı ne zaman çıkarırım diye, bana sorarsan başım hep dışarıda. Hatta deliğim açıkta yazıyorum diyebilirim. Yazdıklarımı okursan orada saklandığımı söyleyebilir misin? Beyaz donuma kadar yazdım. Saklanmıyorum. Saklanmamayı öğrene öğrene bugüne geldim. Ne istersem onu yazıyorum. Dübel yazmak istersem dübeli yazıyorum. Kendimi sakınmadığım zaman elde ettiğim bilgi için yazıyorum. Az okunmanın getirdiği bir korunma var tabii. “Bukalemun Manifesto.”nun okunmaması bazı linçlerden korunmamı sağlıyor. Bazen bir kaza sonucu yazdıklarım “kara kamu”ya sızıyor. “B.O.K.”ta öyle oldu, “Müsilaja bulduğum çare.”de öyle oldu, o zaman aşırılığımın cezası hakaret, küfür, aşağılanma oluyor. O durumlarda ben seyirci kalıyorum. Başıma geleni başkasının başına gelmiş gibi seyrediyorum.
Soruların üst üste— hepsinin cevabını aynı anda veremiyorum. “Parçalı Ham.”ı yazarken koyduğum yasaklarla kendimi bir bilinmezliğe açtım. Çok şey öğrendim. Yazdıklarının nasıl ses getireceğini kimse önceden bilemez. Şiirler dergilerde yayınlandıkça yarattığı etkiyi gördüm tabii. “Zapping tekniğiyle yazıyorum” demiştim o zaman. Sosyal medya henüz yoktu. Şimdi bakıyorum Meta’nın, X’in bugünkü duvarını, “feed” denilen şeyi önceden görmüşüm, bu medyada beş on dakika kontrollü bir kaydırma yaptığınızda hareket eden zihni talep etmişim. Alt alta birbirine teğellenmiş bilgiler, değerlendirmeler. Sıçramalı kaydırma. Herkesin youtube ( 2005 ) geçmişinin onun gerçek zihni olduğunu anlamamız 2015’i bulmuştur herhalde. İnsanın kendi yazdığını kendinin böyle açımlaması bana tuhaf geliyor ama her şeyi yetmiş yıl öncesinin, 1950’lerin açtığı tartışmanın içerisinde görmek o kadar can sıkıcı ki bazen bunu yapmak zorunda kalıyorum. Hem yazıyoruz, hem de “Bak ben ne yazdım, nasıl yazdım” diye anlatıyoruz. Yeni durum bu.
Onur: Vermiş olduğunuz cevapları okudukça, hazırlamış olduğum soruları bir kenara bırakıp çok daha başka sorular sorma hissiyatı doğuyor içimde; daha sonra “şunu“ da “bunu“ da ekleyeyim derken böyle üst üste sorular haline geliyor. Sizinle bu güzel sohbetin heyecanına verin, affedersiniz. Bacağınızı sallatmak istemem. ☺
Voyıcır 2’de Lâle Müldür ile film yıldızları gibiydiniz. Kitaptaki fotoğrafları hatırlıyorum da çok artisttiniz. Buradan yola çıkarak şiirlerinizden bir film yapılacak olsaydı bu filmi hangi yönetmenin çekmesini isterdiniz?
Ahmet: Deniz Tortum. “Maddenin Halleri”nin yönetmeni.
Onur: Feminizm ve drag gibi altkültürlerde seçilmiş aile konumu vardır. Ben bunun şairler arasında da olduğunu biliyorum. Hatta bu şairlerin yaşıyor olup olmadığının da bir önemi yok bence. O bağ kaçınılmaz bir şekilde oluşuyor. Sizin şairlerden seçilmiş bir aileniz olsaydı, bu ailenin fertleri kimlerden oluşurdu?
Ahmet: Bütün edebiyat, sırf şairler değil. Hatta müzikçiler, ressamlar, yönetmenler. Yirmili yaşlarında bir şair bana şiirlerini yayınlamanın, edebiyatta ortaya çıkmanın “sisteme dahil olma” demek olduğundan, olumsuzluğundan söz ediyordu. Yayınlanmayı ayıp saymanın gençler arasında bu kadar yaygın olduğu başka bir çileci kültür var mıdır, merak ediyorum. Ben de ona Dostoyevski ortaya çıkmasaydı, yani koca Dosto genç şairimizin dediği o “sisteme dahil olma” günahını işlemeseydi, Baldwin ortaya çıkmasaydı, Edmund White ortaya çıkmasaydı, David Bowie ortaya çıkmasaydı ne kadar yalnız bir çocuk olarak büyüyeceğimi anlatmaya çalıştım. Düşünsene, Ahmet Haşim mesela “Şiirlerimi yayınlayıp sistemin bir parçası olamam” deseydi, Necatigil “Ortaya çıkıp şiir yayınlamam statükoculuk olur” deseydi. Tam tersine edebiyatçıları görünür kılan bir sözlük yapmıştı. Bir şekilde “Buradayım” diye parmak kaldırmış, yapıtlarıyla, düşünceleriyle hayatta yalnız olmadığımı bana hissettirmiş her yazara teşekkür borçluyum. Büyük ahlakçılara. Çocukluğumdan beri okuduğum bütün yazarlara. İşte bu dediğim “ev”, büyük bir “ev”. Yenileri katılır devamlı. En son keşfettiğim Latvia’lı şair Imants Ziedonis mesela. Kuvvetli bir şekilde girdi hayatıma.
Onur: “şiirgeldikelimedeboğuldu.” (şgkb) kitabınızda, dilin parçalanmadık yanının pek kalmadığını, insanoğlunun anlam fakiri haline geldiğini vurgularken dilde direnen şeylerin olduğunu da söylüyorsunuz. Nedir bu dilde direnen şeyler? İlhan Berk, dilin deforme edilmesi gerektiğine sık sık vurgu yapıp her şairin kendi dilini beraberinde getirdiğini söyler. Ne düşünürsünüz bu konuda?
Ahmet: İkinci Yeni yetmiş yıl öncesinin bir saptamasıdır, onu baştan koyalım. İlhan’ın [ Berk ] Anlamsız Şiir önerisi ortak anlamı amaçlayan rasyonel bir dile karşıdır. Anlamın “bok” olduğu yerde anlamsızlığın bir anlamı olur. Oldu da… Bugün “Mısırkalyoniğne”yi okuduğunda ne kadar olağan geliyor insana. Dili “parçalayarak” başka bir öte-anlama ulaşma fikri çok uzun yıllar sanatın yolu oldu. Benim 2005’te dediğim Anlam’ın geri dönmesi gerektiğiydi. Bugün daha da yoksuluz anlam açısından. Anlamak istiyoruz ama anlayamıyoruz. Bizden bir şey saklanmıyor ama yine de her şey örtük. İpham iktidarda. Dilde direnen şey anlatma yeteneğidir. Bir şeyi derinden kucaklayıp anlatabiliyor musun? Bence şu an modernin gündemi bu. Anlat, ne görüyorsun. Şiir madem gelmişti, kelimeye dayanmıştı, bir sonraki adımda kelimeyi de parçaladık, sonra? Dil bir şeyi anlatabilme imkânına kavuşmak için deforme edilir, yoksa deformasyon estetik bir amaç değil. Şiir yazıyoruz sonuçta, beş taş oynamıyoruz.

Ahmet Güntan
Onur: Kuir sözcüğünü “denişik“ olarak Türkçeleştirdiğinizi okuduktan sonra, bu sözcüğü oldukça yerinde ve kullanılır bulmuştum; fakat “denişik“i daha yaygın olarak kullanıp bu alternatif sözcüğe alışmamız gerektiğini düşünüyorum. Türkçede kuir şiirin henüz kanonize edilip tarihçesinin yeni olduğu yazılsa da “yeni“ olması fikrine pek katılmıyorum. Aslında kuir şiir hep vardı, hatta Divan edebiyatına kadar gidilebilir. Ama bir yandan da bana göre bir şiirin kuir olması için o şiiri meydana getiren şairin cinsel eğilimlerinin önemi yok, şiirde merkeze alınan duygunun bir kimliğe bürünmesine de gerek yok. Şiirin, dışlanan ya da herhangi bir şekilde herhangi bir dirençle yok sayılan, çekinilen, korkulan, küçümsenen, görmezden gelinerek üzeri örtülmeye çalışılan tarafı hep kuirdir. Şiirde farklı olana dikkat çeken şair kuirdir. Bu, benim için sinemada da öyle müzikte de. Bir önceki cevabınızdaki dili deforme ederek bir şeyi anlatabilme imkanına kavuşturmak da kuir bir tavır. Siz bu konu ile ilgili neler düşünüyorsunuz, Türkçedeki kuir şiirin manzarası hakkında gözlemleriniz nelerdir?
Ahmet: “Kuir” sıfatını hiç sevmiyorum. Adımın önüne “şair”i kabul ederim, “yazar”ı da. Ama yazarın önüne bir sıfat, gay şair, kuir şair, bunları istemiyorum. James Baldwin’in öğrencisiyim ben. Kadınlar yıllarca “kadın şair” denmesine karşı çıktı, doğrusu o. “Kimlik Katili” diye şiirim var benim, daha 2007’de yazmıştım, sevmem kimlik. Direnirim kimliğe. İlhan [ Berk ] kendisi için “şair, ressam” dendiğinde bundan nasıl “tiksindiğini” anlatmıştı bana. “Şair”in gölgelenmesini istemezdi. Ayrıca dünyaya baktığım yerin böyle isimlendirilmesi de bana ters geliyor. Birçok açıdan “queer’lerden daha queer”im, birçok açıdan da hiç “queer” değilim. Başöğretmenlik yapmak istemiyorum ama “queer”in “kuir” olarak Türkçeleşmesine de karşıyım. “Kuir” Fransızcada “deri” ( cuir ) demek. İngilizcesi “Queer”— eskiden bize “O biraz tuhaf” denirdi, oradaki “tuhaf, denişik” anlamında. “Çıkıntı” da denebilir. Bana “çıkıntı” deseniz daha mutlu olurum. Çıkıntı Şair. Kavramları böyle alıyoruz, hoyratça Türkçeye ekliyoruz, daha doğarken ölüyor. İbnelerin yazdığı yeni metinleri okuyorum, metinler Türkçe yazılsa bile hepsi çeviri kokuyor. Anlamak, anlatmak için yazılmamış metinler, pozisyon almak için yazılmış. Bu 90’lardan beri böyle, Türkiye’de ibneler cinselliklerini “ifşa” ettikleri andan itibaren kozmopolit bir dünya vatandaşı oluyor. Buna hiç aklım ermez benim. “Kuir” de böyle kozmopolit yeni bir kimlik yaka kartı olarak hayatımıza girdi. Yani biraz çıkıntılığı olan herkesin aynı sıfat altında toplanması ne fayda getiriyor bilmiyorum. Ben sana sorayım: Dil deforme etmek niye “queer”? Picasso “queer” mi şimdi? Kendini aşırılaştırdıkça yok olan bir kavram.
Onur: Sanırım bir şeyleri tasnif etme ihtiyacından da doğuyor böyle tanımlar. Sanatı, onunla ilgili oluşan bir hareketi isimlendirme ihtiyacından. Zamanında Underground, Punk edebiyat ve benzer adlandırmalarda da olduğu gibi. Geleneksel olmayan arzuyu dışa vuruşun temsili, istikrar bozmanın ve buna benzer hizadan çıkan birçok işin tanımı gibi geliyor kuirlik. Bu sebeple dili deforme etmek hizadan çıkmak aslında, dayatılanı kabullenmeme ve ona karşı koyarak onu destabilize etme. Yani bunları ayrı ayrı dile gitirmek yerine; okuduğumuz, izlediğimiz, dinlediğimiz şeye kuir ya da sizin deyiminizle “denişik/çıkıntı“ demek anlayıcıya kolaylık sağlıyor. Picasso’ya kuir demezdim, ama bazı işlerine diyebilirim sanırım. İtiraf etmeliyim ki bu kadar tanıma muhtaç olmak da bazen gereksiz geliyor bana. Mesela dünyada şiiri neredeyse dönemlere ayırıp isimlendiren yok bizim dışımızda, bu da oldukça ilginç geliyor. “Şiirin bir dönemle anılıp isimlendirilmeye veya şiirin bir akıma/anlayışa ihtiyacı var mıdır?“ diye ara ara sorarken buluyorum kendimi.
Ahmet: Underground, Punk— bunlar evrensel yeteneği olan kavramlar değil tabii. Punk’ı bütün isyan edenler için kullanamazsın. “Queer” kuramsal bir genişleme olarak başladı, “‘cisheteropatriyarkal statüko” diye bir şey tanımlandı, tanımlanan bu şeye karşı çıkan geniş bir aile belirleme ihtiyacıyla “queer” benimsendi. Ama şimdi evrensel bir genişleme yeteneği olan sihirli bir kelime oldu. Son zamanların en kolay işlenebilir, uygulanabilir kavramı. Böyle hızla yayılan, bu kadar kolay kullanışlı antinormatif kavramlardan korkarım. Bugüne kadar neredeydi? Madem bu kadar basitti. Yani normdan ayrılan her şeye “kuir” diyerek ne elde ediyoruz? Tabii her kuram gibi gözümüzü açtığı alanlar vardır, “toplumsal cinsiyet” gibi. Ama norm karşıtı her şeyi altına alacak kadar güçlü bir kavram olduğunu sanmıyorum. Antinormatif, tanım gereği gölgeli bir alan. Hele “queer” iyice gölgede, “tuhaf”. “Queer”i gölgeden çıkardıkça kavram gücünü kaybeder. Böyle kaç kullanışlı kavram geçti hayatımdan biliyor musun? Yetmiş yaşına gelmenin de bu zorlukları var. Özetle, dünyayı kavrayacak sözcükler peşinde koşmanızı anlıyorum, hoşuma da gidiyor ama ben adımın önüne sıfat istemiyorum. Böyle bitireyim bu konuyu. Şair tamam. Kuir Şair, Gay Şair— bunları sevmiyorum. Kimlik istemem.
Onur: “şiirgeldikelimedeboğuldu.” (şgkb.) kitabınız ilk baskısını 2011’de yapmıştı. On dört yıl aradan sonra ilk baskıya girmeyen bazı yazılarınız, ikinci baskının sonuna yeni bir bölüm olarak ( Musahabe: Konuşmalar ) eklenip yeniden okuyucuyla buluştu. Bu yeni baskıda 160. Kilometre’nin internet sitesinde yayınlanan “Çene.” yazılarınızı gözlerim aradı, onları dahil etmeyişinizin özel bir sebebi var mıydı? İlerleyen zamanlarda genişletilmiş haliyle yeniden basılır mı ya da “Hayır Onur, bu kitap görevini tamamladı“ mı dersiniz?
Ahmet: “Çene.” ayrı bir kitap olur ileride, yazıyorum daha onu, bazen deneme, bazen roman, bazen hikâye, bazen eleştiri, bazen gezi yazısı, bazen anı, bazen tiyatro— öyle bir kitap olur o. Vakti var. Benim “İyot.” isimli bir düzyazı toplamım daha var, 2006’da yayınlanmıştı, ikinci baskısını yapacak 160. Kilometre. “şiirgeldikelimedeboğuldu.” 2011’e kadar yazdığım yazılar. İyot’un ikinci kitabını yapacağım. Yeri gelmişken, on beş gün önce yeni bitirdiğim bir romanım, hiçbir yerde yayınlamadığım kısa hitapları topladığım bir de şiir kitabım var. “Çene.” benim kendime yarattığım bir torba, içine ne atarsam yer buluyor. “Çene.” ile devam ederim.
Onur: Çene yazılarınızın “Z“ ile ilgili kısımları beni oldukça etkilemişti. “Z“ ile biraz da bağlantılı olarak “şiirgeldikelimedeboğuldu.” (şgkb.) kitabınızda kendinize sorduğunuz ve sizin cevapladığınız sorular kısmına baktığımda birbirinden iki ayrı insanın fikirlerini, kutuplaşmalarını, çatışmalarını, hatta bazen hisdaşlığını görüyorum. Kendi esrariliği ile militanlığı arasında gidip gelen o müdanasız kişiyi. Biri çoğunluk düşüncesi olmadan bir yazarın yolculuğunun nafile olduğunu düşünürken, bir diğeri de çok okunduğunda nerede yanlış yaptığını sorguluyor. Biri tarihe iradeler açısından bakarken, diğeri de tarihe olgular açısından bakıyor. Sonra, kendine bile bu kadar karşı gelen birinin, birçok şeye karşı gelmesini anlaşılır buluyorum. Her iki kişiyi -aslında tek olan sizi- okudukça şairliğin bir tutar peşinde olmasından ziyade çatışan, karşı çıkan, kendini çürüten ve kendi çölünde kendini yeşerten bir varlık olması gerektiğini de anlıyorum. İnsanın kendiyle kavgası başkalarıyla yaptığından daha güç olsa gerek? Bu hâlâ böyle mi, yani biraz olsun Ahmet Güntan duruldu mu eskiye nazaran? Peki, Ahmet Güntan kendi dışında kafasında en çok hangi şairle konuşur?
Ahmet: Mayıs ayında 70 yaşına giriyorum. Duruldum desem tuhaf geliyor, durulmadım desem yine tuhaf geliyor. Sabah Nietzsche ile çoşan bir Ahmet, öğleye doğru Krishnamurti ile sakinleşebiliyor. Geçen gün Bowie’nin bir videosunu gördüm, gençliğindeki bir halini anlatıyordu. Mealen “Salı günü Nietzsche’ciydim, perşembe günü budist” diyordu. Ama bendeki bu geniş paleti artık tanıyorum, eski halimden farkım bu. Eskiden tanımıyordum, düşüncelerimi bir hizaya çekmeye uğraşır, çekemediğim zaman kendimi çok değersiz hissederdim. “İyot.”ta “İkili Dünya.” diye bir yazım var, otuzlu yaşlarımda yazmıştım. Bunun “çoklu dünya” olduğunu artık anladım. Bakarak, düşünerek kendimi bir arada tutuyorum. Bir şairin indirgenemezliğini kabul etmesi kolay, ya köşe yazarı olsaydım, düşünebiliyor musun her gün bir önceki gün yazdığının düşünsel devamı olmak, tutarlı olmak işkence gibi. Allah kimseyi köşe yazarı yapmasın. Sonunda zaten çok fena sıradanlaşıyorlar. Her gün aynı hizada, aynı kararda olma çabası beni delirtirdi. Buradan giderek ikinci sorunu da cevaplayayım: Kafamda konuştuğum şairler de sürekli değişir. Ama kendisini tanıdığım, yakın olduğum için kafamda en çok İlhan’la [ Berk ] konuştuğumu söyleyebilirim. Onun zihni başka bir zihindi.
Onur: “şiirgeldikelimedeboğuldu.” (şgkb.) kitabınızın “Ömer’in sorduğu“ [ Ömer Şişman ] bölümünde, Nâzım Hikmet’in değerinden bahsedip onun büyük toplumsal bir heyecan olduğundan söz ederek toplum tarafından nasıl kucaklandığını vurguluyorsunuz. Peki, sizce toplum dediğimiz çoğunluk bir şairi kucaklayınca ya da onu bu denli sevince şair için bazı dezavantajlar oluşturmuyor mu? Çünkü çoğunluk, sahiplendiği şairi görmek istediği yere koyup ondan sadece kendi isteklerine hizmet etmesini talep de edebiliyor. Duvara yerleştirilen bir poster gibi şairi sadece o pozuyla hatırlamak istiyor. Bu da şairin risk almasını, yeni bir şeyler yapmasını, kendi yatağında istediği gibi hareket etmesini engelleyerek onu kısıtlayabiliyor. Mesela, Nâzım Hikmet’in yazdığı şiirleri tek bir akıma sabitleyebiliyor. Geçenlerde Cenk Gündoğdu’nun 2000’ler şiiri üzerine yapmış olduğu söyleşilerden birini Yotube’da izledim; konuğu Ali Özgür Özkarcı’ydı. Özkarcı’nın, Nâzım Hikmet’i şiirde anti-lirik’in başlangıç çizgisine yerleştirmesi oldukça doğru bir yaklaşımdı bana göre. Ama bazı görüşler modern şiirin Nâzım’la başlamayıp Şeyh Galip ve Nedim’e kadar uzandığını savunuyor. Bununla birlikte, Ahmet Hâşim’in ve Yahya Kemâl’in adlarının da Nâzım Hikmet’le anılması gerektiğini düşünenler de var. Bu konu hakkında bir şeyler söylemek ister misiniz?
Ahmet: Yenilik aramak bir icraat değil, bunu en baştan söyleyeyim. Yani “yeni bir şeyler yapmak” icra edilen bir mesleğin bir şartı gibi bir şey değil, meslek icra etmiyoruz. Birçok şeyi bir araya getirerek kendimizi kendimizde ortaya koyuyoruz, içine bırakıldığımız dünyaya bir tepki veriyoruz, bu tepki içseldir, bunu sağa sola hizalanarak yapmazsak bu yaptığımız şey “yeni” oluyor. Kendin gibi olabildiğinde bu fiilen “yeni” olur. Kendilik aranışı yeniyi getirir. Özgür’ün [ Özkarcı ] dediği “aranışçılık” mesleki bir aranışçılık değil. Niye aranıyoruz? 1850’lerde kaldırım denilen şeyin daha yeni inşa edildiği büyük bir şehirde, bir yaz sabahı, bir sarhoş yolda bir ceset görür, o cesete şiir yazar, cesedi bacakları havada şehvetli bir kadına benzetir, çürümüş karnında uçuşan sinekleri yazar, şiirin adını “Leş” koyar, ölümle ancak kafası kıyak birinin yaşayabileceği yeni bir özgür deneyim ortaya koyar, bu çağına “yeni” gelir. Bu adam Baudelaire. “Dur şunu yazayım, bir yenilik olsun” diye yazmamıştır o şiiri. 1923’te Nâzım trrrrum, trrrrum, trrrrum, trak tiki tak makinalaşmak ister, karnına bir türbin oturtma isteği beyninden, etinden, iskeletinden gelir, birey aranışının getirdiği bir bilinç hâlidir bu, çağına “yeni” gelmiştir. Şiir dünyayı seyreden gözün içinden gelir. O gelen şey o an toplumun ruhsallığına bir kapı açarsa o buluşma olur, senin deyişinle “toplum denen çoğunluk” seni sever. Sen devam edersin, o buluşma senin devam etmene engel değil. Toplumun seni sevmesi değil kötü olan, senin toplumun seni sevmesini çok sevmen. Bu işler karışık, öyle kolay değil, her şeyi de öngöremezsin, kendine sadık kalmaktan başka seçeneği olmayan yalnızların işidir “sanat” denilen şey. Bir duvara toslayıncaya kadar gidersin.
Nâzım’a gelince bugün hepimizin kullandığı temiz Türkçenin en birinci yaratıcısıdır. Benim için öyle. Nâzım’a bilelim bilmeyelim, kabul edelim etmeyelim çok şey borçluyuz. Anti-lirik içine mantık kaçmış şiirdir, çünkü klasik lirik usa vurmayı dışarıda bırakır. Mantığı, usa vurmayı— düşünmeyi düzyazıya bırakır. Anti-lirik düşünen şiirdir. O yüzden Nâzım Özgür’ün [ Özkarcı ] dediği gibi anti-liriktir. Tevfik Fikret, Âkif de öyle. Düşünce önce şiire girmiştir bizde. Nâmık Kemal, Ziyâ Paşa, Şinâsi. Nedîm modern mi değil mi? Birey yoksa modern de yoktur, Nedîm nasıl modern oluyor, onu iddia sahibine sormak lazım. Yenilikçilikle moderni karıştırmamak lazım. Şeyh Galip divan şiiri içinde yenilikçi olabilir ama Galata Mevlevihanesi şeyhidir. …Birden yoruldum anlatmaktan Onur. Konuş konuş boşuna. 21. yüzyılda kime ne anlatıyoruz? Kanaatler, kanaatler… Kendi duygumu söyleyeyim, o yetsin: Nâzım’ı çok severim. “Su başında durmuşuz, çınarla ben, bir de kedi”.
Onur: “Şiir dünyayı seyreden gözün içinden gelir. O gelen şey o an toplumun ruhsallığına bir kapı açarsa o buluşma olur.“ diyorsunuz. “şiirgeldikelimedeboğuldu.” (şgkb.) kitabınızda İkinci Yeni’nin toplum tarafından soğurulduğunu ve bittiğini dile getiriyorsunuz. Hatta İkinci Yeni’nin Sezen Aksu ile halka mal olduğuna da dikkat çekiyorsunuz. Peki, 2000’ler şiiri toplum tarafından soğurulmaya ve halka mal olmaya ne zaman ve nasıl başlar?
Ahmet: Demiş miyim onu? Şimdi baktım, “Vuvuzela” yazısında demişim, o söz işte internette günlük “musahabe” ( söyleşi ) sırasında sarf ettiğim anlık bir söz. Onun doğrusu Sezen Aksu’nun Cemal Süreya’yı soğurduğudur, Ahmet Kaya’nın Attilâ İlhan’ı soğurduğu gibi. 2000’ler şiiri halka nasıl ne zaman mal olur, onu bilemem. “Parçalı Ham”da X’in, Meta’nın “feed”ini izleyen bir zihni daha sosyal medya yokken talep ettiğimi daha önce söylemiştim. Sözün Şey’den daha fazla olduğunu da ( Söz >Şey ) 2005’te söyledim. O gün doğan çocuk bugün 20 yaşında. Söylenen şeyler yadırganmadığı zaman artık yeniliği bitmiş oluyor. Yeninin artık yeni olmadığı bir zaman mutlaka geliyor.
Onur: Hatırladığım kadarıyla İzzet Yasar, Balta/Zar kitabını “Bana bir filme bakmakla bir şiire bakmak arasında fark olmadığını öğreten Mustafa Irgat’a…” sözleriyle ithaf eder. Etkilendiğiniz bazı filmleri ve yönetmenleri merak etmekle beraber sizin şiiriniz, sinemayla nasıl bir ilişki içerisindedir?
Ahmet: Türk Dil Kurumu’nun her ay çıkardığı edebiyat dergisinin 1968’de bir sinema özel sayısı çıkmıştı. Ben o zamanlar, o zamanın imkânlarıyla sinemalara gelen bütün filmlere gidiyordum, bir defterim vardı, gördüğüm filmlerin oyuncularını, yönetmenlerini, görüntü yönetmenlerini o deftere yazıyordum. Bunların önemli olduğunu Atilla Dorsay’ın Cumhuriyet’teki yazılarından öğreniyorduk. Tabii o zamanın imkânlarını sen hayal bile edemezsin. Bir filmi duymamla o filmi seyretmemin arasında 15 yıl olduğu vardır. Ortaokulda duyduğum bir filmi 30 yaşında seyrettiğim olmuştur. Ama okuyordum. Amerikan kütüphanesinden Pauline Kael’in cilt cilt kitaplarını alıp okumuştum. İşte o sinema özel sayısında Godard’ın bir sözünü vardı. Hatta daha sonra bu sözü “Serseri Âşıklar.” şiirimde kullandım, “İyot.”da vardır o şiir. Şöyle diyordu Godard: “Bu Decoin’ın hikayesidir. Decoin, Billancourt’a gidip kendi kurgucusunu bulur ve ona şöyle der: ‘Serseri Âşıklar’ı gördüm, bundan sonra iki çekim arasında uyuşum diye bir şey aramayacaksın.” Decoin bir film yönetmeni. Bugünden baktığım zaman ortaokulda altını çizdiğim bu alıntının benim kaderim olduğunu görüyorum. Sinema elbette en etkilendiğim sanatlardan biri. Bergman’ı herkes gibi çok severim, devamlı izlerim. Sessizlik’i kaç defa izledim, sayısını bilmiyorum. “Çığlıklar ve Fısıltılar” da öyle. Visconti, Antonionni, Altman, Roeg, Losey, Duras, Tarr, Cronenberg, Van Sant… Çok var. Sinemadan çabuk etkilenirim. Tabii Fassbinder, ondan çok etkilendim. Pasolini’nin hem sineması hem edebiyatı, düşünceleri beni etkiledi. Lütfi Akad’ı severim. Reha [ Erdem ], Zeki Demirkubuz, Emin Alper, bu yönetmenlerin filmlerini kaçırmıyorum.
Onur: Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi’nin Kasım 2016’da sizinle yapmış olduğu söyleşinin sonlarında “Bence Türk şiirinde 90’lar yoktur“ diyorsunuz. Bunu biraz açmanızı rica etsem sizden? 2008 yılında Hürriyet Gösteri (294) sayısında, Metin Kaygalak’ın 90’lar şiiri üzerine kapsamlı bir yazısını okudum. Yazının sonunda şöyle bir paragrafa dikkat çekmek isterim:
“Bilineceği üzere, baskı döneminin (12 Eylül) edebiyatta karşılığı hemen sonrasına değmez, biraz uzağında bir dönemde ortaya çıkar. Bu da 90’lı yıllarda oldu. Örneğin, 90’larda Müslüman şair iddiasını taşıyan bir şair ile 80 ve öncesi Müslüman şairleri yan yana koyduğumuzda, şiirin merkeze aldığı sorunsal, neredeyse örtüşmemektedir. Yani bir ideoloji yitiminin ısrarı devam etmekte hâlâ. Hatta bu şairlerin sorunsallarının oturduğu ruhsalın da örtüşmediği de söylenebilir. 90’larda vücuda gelen şiir, denebilir ki, modern Türk şiirinin sorunsallaştırmadığı alanlara girdi. Ve şiirin sağlamasını yaptı. Genel anlamda, bugüne kadar, Türk şairinin yaşamadığı, benzeri olmayan ruhsal gerilimle yazıldı 90’nda şiir. 90’lar şiiri, varoluşun, dünyadan geri çekilmeyi göze aldığı için, varlık koyabilen bir şiir atmosferi yarattı, denebilir.“
Ahmet: “Şairler yok” demiyorum, “Şiir yok” diyorum. Takdir edersin ki beni hiç ilgilendirmediğini söylediğim bir dönem hakkında neden beni hiç ilgilendirmediğini uzun uzun temellendirmek benim için can sıkıcı. Uzun uzun sormuşsun da… Kusura bakma. Ben niye 90’larda çöldeymiş gibi hissettiğimi temellendireyim, “Hayır, çöl değildi” diyenlere soracaksın bu soruyu tersine çevirip— Ahmet öyle diyor, öyle miydi? Varolan bir şeyi yok saymakla ben abat olmam. Keşke olsaydı. Şiirin olmadığı zamanlar oluyor. Mesela şimdi. Ben sana sorayım: 2020’ler şiiri var mı?
Onur: Bir söyleşide denk gelirse muhakkak sorarım. 2020’ler şiiri için şimdilik yok derim. Bir şeylerin uzantısında giden, herhangi bir sıçrama görmediğim yıllar olarak tanımlayabilirim 2020’leri. Aslında buna daha sağlıklı cevap verebilmem için sanırım üzerinden biraz daha zamanın geçmesi gerekiyor. Bu arada ben başka bir soruya hazırlanırken “Şiir performe edilebilen bir şey mi?“ diye bir soru geçti aklımdan. Mesela sizi bir etkinlikte, herhangi bir sahnede ya da internette şiirinizi okurken hiç görmediğimi hatırlıyorum. Bunun özel bir sebebi var mı?
Ahmet: Var bir iki defa okumuşluğum. Bilmem, sevmiyorum sesli şiir okumayı. O kadar alışmışım ki sayfanın üstünde dolaşan bir gözle bağlantı arayarak, bağlantı bularak, bir üst dizeyi unutup sonra bir bağlantı sayesinde hatırlayarak, harita çözer gibi düşünüp okumaya. Gözle okumanın mekaniğini hiçbir performans aşamıyor bende. İstediği kadar melodi olsun şiirde, dinlerken rahatsız oluyorum. Nâzım şiirlerini okurken heyecanlanırım. Lâle [ Müldür ] çok güzel okur, mükemmeldir. İsmet Özel’e mesela tahammül edemiyorum, çok buyurgan geliyor, ama o çok seviyor edalı okumayı. Attilâ Ağbi [ İlhan ] de güzel okur ama ben sayfadan kendi kafa sesimle okumayı tercih ederim onun şiirlerini. Hele fonda müzikle hiç sevmiyorum. Tuhaf bir şey ama Melih Cevdet “Güneşte”yi çok güzel okumuş. Cahit Külebi’nin sesinden “İstanbul”a doyamam. Benim kendi şiirlerimi sesli okuyamamam benim kendi zayıflığım diyeyim. Zaten kalabalık önüne çıkamam, tutulurum. Yazarken soyunurum ama topluluk önünde hiç rahat değilim, böyle bir zayıflığım var. Ama bak performans demişken “Parçalı Ham.”daki “Seksin Allah belâsını versin.” şiirini bir performans olarak sahneye koymak çok isterdim. “Drülütt”ü de. “Parçalı Ham.”ın tamamından bir performans çıkabilir. Ömer’in [ Şişman ] “sahipsiz bir z raporu” şiiri, yani Zehra şiirinin permütasyon kısmını ( “Zehra sahipsiz değil üç jeneratörü oldu” ) Brechtçi bir oyunun bir parçası olarak düşünebiliyorum. Ömer sesli okuduğunda ağlamıştım.
Onur: “Parçalı Ham.”ın tamamından bir performans fikri kulağa oldukça heyecanlı geliyor. Sahnelenmesi harika olur bence.
“şiirgeldikelimedeboğuldu.” (şgkb.) kitabınıza dönecek olursak kitapta dikkatimi çeken ve üzerine düşündüğüm bir bölüm var: “Müridlik üstüne.” Bu bölümde, genç bir şairin 2011 yılında topuğunuza sıkmak istediğinden, Yücel Kayıran’ın kaleme aldığı bir yazıda ise sizin mürdilerinizin olduğu ve sizinle ilgili herhangi bir eleştiri yapıldığında sizin yerinize bu bahsi geçen “müridler“in cevap verdiğini ve daha birçok şey yazdığını ifade etmişsiniz. Bu konu hakkında neler demek istersiniz? Ahmet Güntan’ın böyle geride durmasının sebeblerinden biri de bu yaşananlar mı?
Ahmet: O genç şair ne yazsa mutlaka hemen okurum. Şiir üstündeki teknik hakimiyeti, dünyaya bakışı, sözcükleri sıralayışındaki enerji, şiir bilgisi ile son zamanların en güçlü şairlerinden biridir, benim de çok sevdiğim bir arkadaşımdır. Adını vermeyeyim, buradan ona selamlar… Sırf onun değil bir sürü genç şairin başlangıçta benimle gizli ya da açık bir mücadeleye girmesini normal karşıladım, göğsümü oradan gelen şiddete açık tuttum, normaldir çünkü. O savaşı vermek zorundadır şair. Hep söylüyorum, 1977de ilk şiirim yayınlandığında bugün efsane olan şairlerin hepsi hayattaydı, aktifti. Onlarla uzaktan da olsa bir tarz mücadelem olmuştur. Hem şiirin ne olduğuna bakacaksın, hem de kendin kalacaksın. Bu şiddet içeren bir mücadeledir. Sonunda ilgi duyduğum, şiirini sevdiğim bütün şairlerle yakın oldum, arkadaş oldum. Vasatlar Bloom’un “Etkilenme Endişesi”ni okurlar, ama orada yalnızca bu endişelenmeyi, kopmayı görürler, halbuki anlatılan şiirin ( edebiyatın ) bir “çevre” işi olduğudur. Ben böyle bir çevreye elli yaşımdan sonra kuvvetli bir biçimde açık oldum, 2000’ler şiirinin bütün güçlü isimleriyle yakın arkadaş oldum. Bu vasatların saldırısına yol açtı. Neler neler söylendi. Ortalamanın yamyamlığı iğrençtir. Bir ara hakkımda edilen pis sözleri topladığım bir dosyam vardı, adını “Erkekler Hapishanesi” koymuştum. Sonra bıraktım pislik toplamayı. Yaşlandıkça kulağımda tiz seslere karşı az da olsa bir işitme kaybı oluştu, artık duymuyorum. Yeni gelen kuşaklar da “Acaba bana Güntancı derler mi” endişesini taşımıyor. Eskiden ilk tanıştığım bir şaire “Ben cüzzamlıyım” diye ikaz ederdim, artık o kalmadı. Belki de şiir ortamının çöllüğündendir, bilmiyorum. Bu konuyu bitirmeden bir kere daha söyleyeyim, edebiyatta çevre önemli, kimse korkmasın. Vasatın saldırısından da korkmayın. Onlar her zaman her yerdedir.
Onur: “Bu ülkede 80’lerde 90’larda Orhan Kemal’i sevmek edebiyattan anlamamak demekti, şimdi Orhan Kemal müzesi bu lafları eden insanların semtinde, her şeyi de böyle temize çeken, evcilleştiren büyük bir makine de var“ diyorsunuz. Peki bu makine sizce neden böyle işliyor?
Ahmet: Bu söyleşiyi yüz yüze yapıyor olsaydık bir telaşla “şgkb.”de dediğin bu cümleyi arayışıma şahit olurdun. Sonra da okuyup, rahatlayıp, gülümsememe. Şunu demek istemişim: Orhan Kemal galip gelmiştir. Ona şüphe ile yaklaşanların sembolik krallığında müzesi açılmıştır. Senin dediğin gibi yanlış temize çekilmiş( gibi )dir. O zamanlar Cihangir Kendini Gösterme Makinelerinin yaşadığı bir semtti. Şimdi biraz değişti. Ama yine de bence Orhan Kemal müzesi o semt için bir antijen gibi duruyor. Orhan Kemal‘i çok severim. Ondaki insan çeşitliliği Steinbeck’le yarışır. Yapıtlarındaki insanları düşünürsen hiçbiri Cihangir’in sokaklarında hayat bulamaz. Ama işte müze Cihangir’de. Bir antijen gibi orada duruyor. Bu nasıl oluyor diyorsun, bilmem, oluyor. Aşağı Manhattan’da Melville’in izini sürdüm ben. Kâtip Bartleby’nin geçtiği yer. Melville’in yaşadığı bölge. Çok uğraştım, sonunda yıkılan evin yerine yapılan yüksek binanın giriş duvarında bir levha olduğunu öğrendim. Gittim, levhayı göremedim. Siyahi bir kapı bekçisi vardı, ona sordum. Melville’i tanımıyordu doğal olarak. Ama “Evet, o duvarda bir levha vardı, geçen ay söktüler” dedi. Melville oradan temizlenmişti. Orhan Kemal ise orada hâlâ onu edebiyatçı olarak sıradan bulanların semtinde inatla duruyor.
Onur: Hafta sonu, Vergilius’un [ Pablius Vergilius Maro ] Çoban Türküleri adlı şiir kitabında şu dizelere denk geldim:
Ne orman tanrılarından hoşlanıyoruz artık / eskisi gibi, ne türkülerden; / çekilin önümden, ormanlar, siz de… / Aşk her şeyi yener: / Biz ise boyun eğeriz Aşka.” / Yeterli olacak, tanrısal esin perileri, / ozanınızın oturduğu yerde ince hatmi dallarıyla / küçük bir sepet örerken söylediği türkü..
Son sorumu bu dizeler eşliğinde sormak isterim: Sizce dünya bir iyileşmezliğe doğru mu gidiyor? Şu sıralar sizi en çok ne mutlu ediyor ve en çok nelerden sıkılıyorsunuz?
Ve son olarak: Hadi dünyayı kapatıyoruz hanımlar beyler diye anons geçiyor, durum çok ciddi. Çantanızı hazırlıyorsunuz bir yandan gidiyoruz artık. En son ne bırakmak isterdiniz dünyaya?
Ahmet: Milattan önce ilk yüzyılda yazılmış, bizi eskimemiş yeryüzüne davet eden dizeler eşliğinde milattan sonra 21. yüzyılda dünya iyileşmezliğe mi gidiyor diye soruyorsun. Ben umutsuzum, umutsuzlardanım. Göstermediğime bakma. Ben yalnız kendi umutsuzluğuma inanırım. Umutsuzum deyince umutlular kızıyor. Umutluyum diyenlere de ben kızıyorum. Dünya iyileşmezliğe gidiyor diye umutsuz değilim. Hep iyileşmez olduğunu anladığım için umutsuzum. Dünyada herkes benim gibi değil, yeminli İştahlılar var, onlar bir devam yolunu buluyor. İştahlılar korkmaz, bir delik bulup içinden geçer, karnını doyurur, bu da onlara yetiyor, bana yetmez. İştahı ayıp sayıyorum. 70 yıldır gördüklerimi unutacak değilim. Bir başlasam kimse beni susturamaz. Ama işte İzmirliyim, İzmir insanıyım, Ege’nin ruh özelliğine sahibim— İçim Ağlar, Gülümserim. Kurtuluş ülküm kalmadı. Dünyaya bakıp “Son yaklaşıyor” demiyorum, döndüm dolaştım Camus’ye yanaştım. O taşı yukarı taşırım, taş aşağıya yuvarlanır, sonra tekrar taşırım. O kadar mükemmel bir Mutlak Acemi’yim ki ( Absolute Beginner— başta söyleşi boyunca çalacak bir müzik istemiştin ) kimsenin sırtına benim hakkımda düşünme yükünü bırakmadım. Dünya hep aynı iyileşmezlikte. Sanat ondan var, öyle değil mi? Yeminli İştahlıların başı çektiği iyimserlik bize yetseydi sanat olur muydu?
Son sorduğun soruda bir terslik yok mu? Kapatılan yere bir şey bıraksam ne olurdu diye mi soruyorsun? Yanıma ne alacağımı değil de kapanan, geride kalan dünyaya ne bırakacağımı soruyorsun. Bilmem, kendimi bırakırdım belki, gitmezdim. Boş bir dünya, büyük şans, her zaman önüme çıkmaz. “Ben Sıkıntıyım” diyen İlhan [ Berk ] gibi bitireyim: Hep sıkıldım, hep sıkılıyorum.
***
Ahmet Güntan ve Onur Köybaşı’nın söyleşi için oluşturduğu spotify çalma listesine aşağıda karekoddan ulaşabilirsiniz: