SHANNON’S OASIS

 

Shannon prematüre doğdu 4 aylık
kokainman bir anneden

O kadar küçüktü ki
kalbini görebilirdiniz

tıpkı bir japon balığı gibi
kağıt kadar ince bir buzun altında

Hastane ışıkları yırttı ve mahvetti
onun minicik retinalarını

ve doktorlar ona biçmedi bile
bir ay ömür

ama işte bir şekilde burada şimdi
30 yıl sonra

kör topal yürüyerek taksime doğru
çıtı pıtı bacakları üzerinde

Lloyd ile,
yani sadık sarı labradoruyla

yolu tarif ederek.
Lloyd taksiye bindi

gömüldü yerine
tatlı bir somurtkanlıkla

ve sonra Shannon yokladı sağını solunu
bir mağara kâşifi gibi

Kendisini rahat hissettiğinde
Havuza götürdüm onu

huzurla oturacağı yer,
koyu renkli şemsiyesinin altında,

elini sallayarak içinde
ve dışında gölgenin.

 

 

TERS YOLA SAPTIKTAN SONRA

 

Bir taksi şoförüyüm ben yani trafikle
uğraşırım
Trafikten kaçmak
sürüden kaçmak demektir: imkânsız
Ama kaçmaya çalışmak
en büyük meydan okumadır.
Sürü her ne yaparsa,
tam tersini yaparım ama nedense gidemem
ters istikamete her zaman
çeviririm yönümü
Yuma’ya ya da başka bir yere, kaybolurum, hayır, gitmem
gereken yere gitmem gerek
Para lazım, müşteri lazım
Aynı bildik şeye
başlamam lazım, sadece biraz farkla. Kentliyim ben
kalabalığın nasıl
düşündüğünü biliyorum,
nasıl leş gibi koktuğunu da
ama bazen tek kelimeyle hiç
alternatif güzergâh kalmıyor dışarıda
adliye bahçesini
geçmek için.
Kapana kısıldım ve çıkamıyorum
bulunduğum yoldan—
kırmızı ışık darağacını
kuruyor
ve günü ana cadde ile meclis arasında boş boş dolanarak bitiriyorum
kornaların geri kalanıyla
burnundan soluyan moronlar, sıcak koltuklarımıza mıhlanmış
ölü güveler gibi,
şişlere sıkıştırılmış domuzlar gibi,
çığlıklar atarak ve öksürüğüyle yıldızları
lime lime eden bir veremli gibi.
Egzoz kokusu ölüme benziyor
takip ediyor beni
evime varana kadar
tüm yol boyunca.

 

Şiirler Mather Schneider’ın “He Took a Cab” isimli şiir kitabından alınmıştır.

 

 

Mather Schneider ile Kitap Röportajı  / Timothy Green

 

Not: Aşağıdaki röportaj, 2012 yılının Şubat ayında e-posta aracılığıyla gerçekleştirilmiştir.

 

Green: Rattle’ın arkasındaki temel dayanaklardan biri şiir okumaktan hoşlanmak ya da iyi bir şair olmak için kimsenin edebiyat alanında diplomaya ihtiyacı olmadığı fikridir. Akademinin içinde ve dışında türlü türlü yaşantıları olan gerçek şairlerin bulunması da bunun kanıtı. Bu bahsettiğim duruma, bana göre, gördüğüm en cezbedici şiirlerden birini taksi şoförlüğü yaparken yazan sizden daha iyi bir örnek yoktur.

Nasıl taksi şoförü oldunuz? Ve sonra da nasıl bir şair olabildiniz?

Schneider: Aslında taksi şoförü olmadan çok önce bir şair oldum, ama sorunuzu sorduğunuz sırayla cevaplayacağım. Tabii ki şimdiye kadar yapmış olduğum uzun bir saçma işler listesine sahibim. Burada Tucson’da bir tahsilat acentesinde çalışıyordum önceleri ve işimden nefret ediyordum. Sonunda da istifa ettim. Bir gün, Washington – Bellingham’da daha önce denediğim ve yapmaktan hoşlandığım için Tucson’da taksi şoförlüğüne girmeye karar verdim ve arabam olmadığı için yürüyüş mesafesindeki evime en yakın olan taksi şirketine gitmeye karar verdim ve oraya yürüdüm. Şirket sahibinin küçük bir ofisi vardı ve sırf herkesi işe aldığı için beni de işe aldı. İlk gün 12 saat vardiyasında çalıştım ve sanırım 50 dolar kazandım. Bundan sonra 12 saat vardiyasında yalnızca 8 dolar kazandığım da oldu 300 dolar da. Aslında daha çok kumar gibiydi. Yedi yıl önceydi bu. Şimdi bir tıbbi taşıma şirketi için çalışıyorum. İşimde sadece insanları doktora götürüp evlerine geri getiriyorum ve saat ücretiyle çalışıyorum. Bu yüzden artık sokaklarda dolanma devri benim için kapandı. En azından şimdilik.

Şair olmama gelirsek, 12 yaşımdan beri şiir yazmaktayım. Epey havalı duruyor böyle söyleyince tabii. Robert Frost’un şiir yazma biçimini kopyalardım önceleri ve sonra Thomas Hardy’nin ve diğerlerinin. Yıllar içerisinde birkaç kısa hikaye ve roman da yazmayı denediğim oldu. Cummings, William Carlos gibi yazarlardan okuduğum olsa da, 22 yıl önce 20 yaşlarımdayken Bukowski’ yi okuyana kadar serbest şiir hiç yazmamıştım. O zamandan beri, kendi tarzımı ve yorumumu bulmak için onun etkisinden kaçarken, bir yandan da Bukowski’de bulduğum o enerji ve ateşi korumak için cebelleşiyorum. 

Green: Sizce taksicilik bir yazarın sahip olacağı iyi bir meslek midir? Belki de sadece romantize ediyorumdur fakat kitabınızda aracınızın arızalı olduğu süreçlerde epey fazla zamanınız olduğunu ve o arada birçok ilginç karakterle karşılaştığınızdan ya da o karakterleri yarattığınızdan bahsediyorsunuz. Sizi, arka koltukta kendi ‘spoon river antoloji’nizle,* trafikte dalıp giderken, tarifeler arasında şiirlerinizi yazarken hayal ediyorum. Tucson’ın sıcağını saymazsak, şair olmak için oldukça hoş bir yerde duruyormuşsunuz gibi görünüyor. Bu öngörüm ne kadar doğru?

Schneider: Çoğu iyi yazarın deneyim çeşitliliğine ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum ama bir yazar için mükemmel diyebileceğimiz bir meslek yok. Ben taksi şoförlüğünü ya da bir başka mesleği kesinlikle bir yazar için iyi bir meslek diye seçmedim. Hayat beni buralara getirdi. Size şunu söyleyim, dünya kadar insanla tanıştım ve eğer insanlar hakkında yazmak isterseniz  -ki ben yazıyorum- bu meslek faydalı ve bazen oldukça ilham verici oluyor. Ağaçlar hakkında yazmak isteseydim pek de uygun bir meslek olmazdı herhalde. Taksideyken nadiren yazarım ama kafamda fikirler oluşur ve onları kartvizitlerin arkasına not ederim. Ayrıca takside sık sık okurum. Şimdi de İspanyolca öğreniyorum ve geçen yıl boyunca tamamını taksideyken okuduğum beşinci kalın İspanyolca romanın ortasındayım. Yine, şiir dergileri ve başka başka İngilizce kitaplar da okuyorum takside. Sıcak konusunda da haklısınız gerçi. Temmuz ortasında, bir ikindi ahesteliğinde, bu tekerlekli küçük metal fırında oturmak, bir şeyler okumak ya da uzanmak dışında her şey bunaltıcı oluyor; ben de ayağımı pencereden uzatıp hiçbir şey düşünmemeye çalışıyorum.

Green: Kitabınızın başında  “he took a cab” (bir taksi tuttu / bir taksiye bindi  / bir taksi çevirdi / bir taksi çağırdı) cümlesinin eski bir caz öfemizmi olarak ölüme bir gönderme olduğunu açıklıyorsunuz. Bu cümleyi nasıl seçtiğinizi ve bununla neyi kastettiğinizi biraz açar mısınız ?

Schneider: Bir yerde eski cazcıların birisi öldüğünde o kişi için “taksiye bindi” dediklerini okumuştum. Mesela, “Dexter’a ne oldu?” “Ah, o mu? Taksiye bindi.” Ne zaman, nerede okuduğumu ya da bu cümlenin ne kadar popüler olduğunu hatırlamıyorum. Tanıştığım hiç kimseden bu cümleyi hiç duymamış olduğumu hesaba katarsak, sanırım bu cümle çok da yaygın değildiHer neyse, bu cümlenin hem kitap için hem de açılış şiiri için mükemmel bir başlık olduğunu düşünmüştüm sonuç olarak, özellikle bu şiirin aslında parasını almak için müşteri kovalarken kendini öldürten bir taksi şoförünü anlattığını düşünürsek. Ulusal haberlere konu olmuştu bu olay. Ben de bu şiirin başlığı olarak “he took a cab”i seçtim. Bana uygun görünmüştü.

Green: Öyle mi? Ben de fazla detaycı analiz etmişim. Bunun nasıl daha geniş bir metafor olabileceği üzerinde kafa yoruyordum, mesela hepimiz günün sonunda taksiyi çağırmak zorundayızdır ya. Sanırım her şiir kitabına şu son tematik yaklaşımla bakma modasına kapıldım. Tek tek şiirlerin uyumlu bir toplamı olarak, şiirlerin bize verdiği duygu sanki sonsuza kadar devam edebilirmişsiniz ve hâlâ bizi şiire bağlı tutabilirmişsiniz duygusu. İnsanlar her zaman taksiye biniyor olacak ve sizin de onlar ya da direksiyon başındaki hayat hakkında söyleyecek ilginç şeyleriniz olacak. Bu kitaba eklemlenebilecek şiirler yazıyor musunuz hâlâ? Yoksa başka bir yöne doğru mu gidiyorsunuz? Ya da kitap kriterine bakmaksızın yazdığınız kadarını yazıp belli bir miktara ulaşınca elinizde ne var onu görmek mi geçiyor aklınızdan? Elinizin altında hali hazırda iki kitap olduğuna göre, bu kitap oluşturma süreci sizin için nasıl işliyor?

Schneider: Öncelikle, aslında bu daha da genişletilmiş bir metafor olabilir tabii. Taksi sürmenin kendisi hayata bir gönderme aslında; yaşam gücü, tıpkı bir nehirde kulaç atmak gibi. Sanırım bir araba kullanmış herkes bunu görebilir. Araba sürmek Amerikan yaşamının büyük bir parçası ve arabalar iyi birer denge unsuru. Bunlar bence kitap aracılığıyla öneriliyor. Ve evet, hâlâ bu kitaba yakışır tarzda taksi şiirleri yazıyorum ve daha ne kadar bu konuda ilgi çekici şiir yazabilirim merak ediyorum. Taksi sürmekten ve taksi şiiri yazmaktan da yavaş yavaş sıkılıyorum. Başka bir iş bulmalıyım kendime. Yazmak anlamında da başka konulara yönelmeliyim. Yeni diyarlara yelken açıyorum bazen yazıyla ve şu anda bu sonbaharda “the small hearts of ants”  adıyla çıkacak olan yeni kitabım üzerinde çalışıyorum. Bu kitaptaki şiirlerin yarısı taksicilikle yarısı da başka tür konularla alakalı olacak muhtemelen. Çoğunlukla daha lirik tarzda yazıyorum ve bu yeni kitap için daha fazlasını deniyorum. Bu yarı yarıya karışım işe yarar ya da yaramaz bilemiyorum ama ilk kitabım Drought Resistant Strain’i yayımlayan ve yeni kitabımı yayımlayacak olan Interior Noise Press’in editörü Dave Bates beğenmiş gibi görünüyor. Ona kitabın taslağını göndermiştim çoktan ve şimdi kitabın son dokunuşlarını yapıyorum. Yıl sonuna doğru çıkacak. Taksicilik şiirlerinin içinde yer aldığı son kitabım olacağını söylemek isterim fakat kim bilir tabii. 60 yaşına geldiğimde hâlâ bu işi yapıyor  ve taksicilik şiirleri yazıyor olabilirim. İnşallah böyle bir şey olmaz. Haklısınız, ben sadece yazıyorum; kitabı düşünerek yazmıyorum yazarken. Benim bir kitapla ilgili temel derdim – yeteri kadar şiire sahip olduğum vakit-  şiirlerin tematik bütünlüğünün olması değil, şiirler arasında zayıf tematik bağların olmamasıdır. Tematik bütünlüğü olan birçok şiir kitabı okudum; okumaya çalıştım, ve gördüğüm şey de yazarın tek tek şiirlerin kalitesinden ziyade temaya vurgu yapması oldu. Şiir kitaplarını okurken tematik bütünlük hiç umrumda değil; hatta o tematik bütünlük olmasa daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Her bir şiirin kendi başına güçlü olmasını istiyorum sadece.

Green: Bir şiiri güçlü yapan nedir peki? Bukowski’ye hayranlığından bahsetmiştin ve bir sözcük vardı ikinizin de çalışmalarını tanımlamak için kullandığım. Bukowski’nin sende uyandırdığı yankı nedir ve bunu kendi şiirlerinde nasıl kullanıyorsun?

Schneider: Bukowski okudukça, birçok genç adamla aynı gerekçeyi paylaşarak sevdim onu: kadınlar, âlemler, çılgınlıklar, mizah, okunabilirlik, eğlence, saçma sapan bir topluma karşı mücadele, güç gösterileri. Onun şiirlerinin çoğunun çok fazla anılmaya değer olduğunu düşünmüyorum, ama benim gözümde her zaman bir kahraman olarak kalacak ölümsüz bir karakterdi nihayetinde, artık onu hiç okumasam da. Bir etkinin ağırlığından nasıl kurtulunacağı meselesine gelecek olursak, bence şiirin temel bilgilerine dönüş önemli; iyi yazmanın temellerine, sade dizelere, sade cümlelere, doğal akışa, bir şiirin nasıl olması gerektiği fikrinden değil doğal bir biçimde gelen imgeye… Güçlü şiirin sahip olması gereken şey bence çatışmadır. Çatışma, Bukowski’yi ölüm meleği gibi takip etmiştir. Çatışma şart, belki bir tehlike olarak değil de (ki o da iyidir) en azından duygusal bir çatışma olarak. Ayrıca ahenk de olmalı. Ahenkteki çatışma. Ben dolaysız şiiri tercih ederim, doğrudan hayattan gelen yani. Bu, şiirin katı gerçekçi olmak zorunda olduğu anlamına gelmiyor ama aktüel dünyamızdan doğan ve tercihen de çoğunlukla anlatılmamış bir dünyanın parçası olmalı şiir. Şiirde yüksek duygu yoğunluğunu da severim ve gündelik şiir bana daha duygusal geliyor. İyi kötü, bir şiirde kuvvet ve hareket olmalı ve şiir sayfada ölü değil canlı görünmeli. Gösteriş ve ağda başıma ağrılar saplıyor. Bir şiirde gösterişçiliğe dair en ufak bir belirti gördüğümde ne yaparsam yapayım okumaya devam edemiyorum. Aslında kendi şiirlerimde de epey var bu ve yayımlama ihtimalim olan her türlü kitabımdan bu gösteriş ve ağdayı def etmeye çalışıyorum. Söylecek ve yapacak bir şeyi olan şiirleri seviyorum; şairinin ne hakkında yazdığını umursadığı, iyi bildiği ve onu hissettiği şiirleri. Yazının tekniği de önemli fakat bu tür bir şey okulundan değil, yalnızca çok yazarak öğrenilebilir bence. Hacimli okumalar da işe yarayabilir. Yazılan her şeyi okuduğunu iddia eden bir sürü insan tanıyorum, bir tane sağlam cümle yazamazlar ama. Gerçekten cevaplanması imkansız bir soru, şiiri güçlü kılanın ne olduğu. %90 bireysel ve içgüdüsel.

Green: En azından bir tane imkânsız soru sormak zorundaydım, kural bu. Şimdi de bir diğeri. Eğer “he took a cab”, tüm bu sezilerini paylaştığın ve hikayelerini anlattığın bir otobiyografi olsaydı, en az bir milyon satardı. Şiir kitabı olunca, 1.000 sattığına mutlu olursun. Şiir neden daha popüler değil? Yayımlananların gösterişçi ve ağdalı oluşundan mı? Mevcut bir sürü diğer mecra ile ilgisiz olduğu için mi? Çok fazla teori duydum bununla ilgili ama hem göz alıcı hem de anlaşılabilir yazan biri olarak senin konuyu nasıl ele aldığını merak ediyorum.

Schneider: Otobiyografiden bahsetmen biraz matrak oldu, çünkü taksicilik hayatıyla ilgili neredeyse tamamen otobiyografik kurgudan ibaret bir hikaye taslağı üzerinde çalışıyorum ve sanırım bittiğinde bunu yayımlayacak bir yayıncı da buldum. Bir milyon satarsa mest olurum. Şiir kitabına gelirsek, kaç sattığından emin değilim ama bin tane bile değil herhalde. Şiirin popüler olmayışı senin tüm bu bahsettiklerinle alakalı kanımca. Tek bir etkene bağlı değil gibime geliyor. Bu ülkede şiirin daha popüler olduğu bir zaman dilimi de görmedim. Ben 42 yaşındayım ve hayatımda hiç bu kadar popüler olmamıştı. Okulda çocuklar şiirden nefret ederdi, şiir hep bir bul karayı al parayı gibi algılandı. Daha önce de bahsetmiştim; gençken en çok etkilendiklerim, şairlerden ziyade nesircilerdi. Şimdi de öyledir. Bence şiiri takip eden kitlenin büyük bir kısmını popüler müzik ele geçirdi ve dürüst olmam gerekirse country şarkıları olarak yazılan bazı şiirler gayet güzel, zekice, eğlenceli ve dokunaklı ve elbette kafiyeli şiirler bunlar. Çoğu şiir, elitler ve yüksek eğitimliler tarafından yine elit bir kitle için yazılıyor gibi. Güzel Sanatlar Master Programları da buna çanak tutuyor. Bunca zamandır bir sürü kötü şiir buralarda seçkin kabul ediliyor. Şiirin popülarite eksikliği, benim için hayatın bir parçası, çok da canımı sıkan ve beni şaşırtan bir durum değil. Ben hiçbir zaman şiir yazarak meşhur olacağımı düşünmedim. Aynısı kısa öyküler için de söylenebilir, kimse artık onları da okumuyor ki. Tüm bunlara rağmen her zaman istisnaların doğacağı ve kuralların yıkılacağı bir ortam vardır.

Green: Teşekkürler Mather, harika oldu bu. Kitabının arka kapak yazısında Rusty Barness’in dediği gibi: “Bu kitabı bir şarlatanın kitabının yanına koyun ve orada nasıl parladığına şahitlik edin.” Tamamen aynı fikirdeyim; umarım okuyucularımız kitabı merak eder ve okur.

Schneider: Teşekkürler, Tim!

 

*spoon river anthology: Edgar Lee Masters’in Spoon River Antolojisi (1915), Masters’in memleketine yakın bir civarda akan Spoon Nehri’nden yola çıkararak adlandırdığı Spoon Nehri’nin sakinlerinin mezar yazıtlarını tasvir eden, öyküleyerek aktaran serbest nazımlı, kısa şiirler derlemesidir. (Wikipedia’dan)

Mather Schneider 1970’te Peoria Illionis’te doğdu. Şimdiye kadar Arkansas, Washington State’te yaşadı, şu anda ise taksi şoförlüğü yaptığı Tucson/Arizona’da yaşıyor. 1994’ten beri butik yayınevlerinden yüzlerce hikâye ve şiir yayımladı. Sırasıyla şiir kitapları, Drought Resistant Strain (Interior Noise Press, 2010), He took a cab (New York Quarterly Press, 2011) ve The Small Hearts of Ants (CreateSpace Independent Publishing Platform, 2013).

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr