Sıradan insanların sıradan dertlerinin şiire taşınmasına Cumhuriyet döneminin imkanlarıyla vesile olan Orhan Veli ve arkadaşları çektikleri bu avangard hareketle edebiyat ortamına başka bir hava getirmişti. Şiiri bir nevi şaka aracına dönüştüren Garipçiler bu şakayı bir müddet sürdürmüş daha sonra şiirlerini (Orhan Veli de dahil) farklı bir anlayışla yazmışlardı. Başta Oktay Rifat olmak üzere Melih Cevdet Anday ve diğer Garip öykünücüleri ilerleyen yıllarda İkinci Yeni’nin arkasında bazen gizlice bazen de açıkça saf tutup eserlerini bu anlayışla piyasaya sürmüşleridir.

Garip’in şiirimize dahil ettiği bu insani yaşanmışlıklar İkinci Yeni’de daha özenli ve dikkatli bir şekilde işlenmiştir. Garip akımından İkinci Yeni’ye sıçrayışın en basit ve somut örneği olarak Turgut Uyar’ın Türkiyem ve Dünyanın En Güzel Arabistanı kitapları verilebilir. Turgut Uyar’ın ilk kitabı Arz-ı Hal ve ikinci kitabı Türkiyem orta karar bir Garip taklidi olmuşsa da İkinci Yeni rüzgarının esmesi ve şairlerin o dönem bunu hissetmesiyle beraber Uyar’ın üçüncü kitabı olan Dünyanın En Güzel Arabistanı yayımlanmıştı. Sadece bu kitap isimlerine bakarak bile Türk şiirindeki yaşanan değişimi anlayabiliriz. Şair ilk kitabında yaşadığı toprakları ve dertleri anlatırken Türkiyem der, yedi yıl sonra yayımladığı üçüncü kitabında yaşadığı ülke aynı olmasına rağmen (mesleki göçler hariç) bu sefer Dünyanın En Güzel Arabistanı demeyi tercih etmiştir. İkinci Yeni düz bir anlamdan ziyade derinlikli bir anlatım gerektirmektedir çünkü. Şehre ayak uydurmaya çalışan sıradan insanların sıradan hayatları ve bunun şiire yansıması.

 

Saf Edebiyat Arayışı

Türk şiir tarihine baktığımızda saydığımız büyük şairlerin birçoğu İkinci Yeni’dendir bu bize dönemin şiir anlayışının ve tekniğinin etkinliğini hemen ardından da başarısını göstermektedir. Ortak kabul şudur ki İkinci Yeni şiirimizin en parlak dönemidir ve bu dönem insana dair birçok derdin ustalıkla şiire işlenmesi ve kayıt altına alınmasına yardım etmiştir. Günümüz şiirinde ise insanlığın ortak dertleri yerini bireysel dertlere yani şairin personasına bırakmıştır. Genelden özele inen bu şiir biçimi ortak beğeni unsurunu yıkıp bireysel ya da belirli zümrelerin sahip olduğu beğeni algıları oluşturmuştur. Buradaki tehlike vasat şiirlerin değerlendirilmesinin ’bence’ kavramıyla yapılması ve olumlanan bu vasat şiirin ve şairin gözlerinin bulanıklaşmasıdır. İyi ve yetenekli genç şairler için zaten böyle bir tehlike mevcut değildir, yetenekleri ölçüsünde ön plana çıkarttıkları şiir üzerine yapılan eleştiriler ve bu eleştiriler neticesinde şairin ortaya koyduğu yeni ürünler edebiyat ortamlarında hak ettiği yeri almaktadır.

Günümüz şiirinde gözleri bulanık şairlerin yaşadığı şiirsel hezeyanlar, kullandıkları gelişigüzel anlatım biçimi şiiri bir çıkmaza sokmuş vaziyette. İlk  zamanlar okuyucuya farklı gelen bu kolaycı anlatım tarzı birçok şair adayı tarafından kullanılmaya başlanınca özgünlüğünü yitirip vasat bir hal aldı diyebiliriz. Dergileri incelediğimizde bu tip şiirlerin sayıca fazlalaştığını görüyoruz ve sanki aynı şairin ürünlerini okuyormuşuz hissiyatı oluşuyor. Şiirlerde bir farklılık ya da kendini belli edecek imzalar bulunmuyor çünkü. Yaşadığımız sıkıntılar, gördüklerimiz ve göreceklerimiz aşağı yukarı aynı, bahsettiğim kişinin kaderi ile değil şehirlerin ve ülkenin kaderiyle alakalı bir mesele, bu ayrımı iyi yapmak gerek.

Tüm bu yaşantıların aynı biçimde şiire yansıması dolayısıyla sıkıcı olabiliyor, hepimiz anladık artık; bir tabak çorbayla çok ekmek yiyen adamları, konfeksiyoncu kızların hüznünü, bir numara olduğunu düşünüp edilen küfürleri, körelmeyen hayvani  istekleri, kuytuda yaşayan Kürt kardeşlerimizin devrim sevgisini. Artık bunları yazmak kurtarmıyor şiiri, çekilen bunca numaranın arasında saf edebiyatın ne olduğu unutturuluyor okuyucuya.

 

Sıradan İnsanların Şiiri

Bugün hali hazırda iki kitabı bulunan 1986 doğumlu Mehmet Davut Özdal bu tekdüzelikten kendine özgü bir hamleyle sıyrılıyor. İlk kitabı Mehmet Molla 160. Kilometre’den 2011 yılında çıkan şairin yine aynı yayınevinden Maaşsız isimli ikinci kitabı Haziran 2013’te okuyucuyla buluştu. İlk şiiri Ekim 2008’de Heves’te yayımlanan şair Fayrap’ta da şiirleriyle kendisine yer bulmuş.

Mehmet Davut Özdal’ın kendine özgü bir hamlesi olduğunu söyledik, bu hamle şairin son derece gerçekçi ve sıradan olması. Özdal şiirinde sıradan insanların sıradan yaşayışlarını anlatıyor. Camdan bakan, evlilik programı izleyen, sıkıntıdan market kağıtlarını inceleyen insanların şiiri.


‘’bir kel kalma ihtimali eksikti
elaleme dertmiş gibi
her gören bundan bahsediyor
şampuan önerileri
yeşil sabun vesaire…’’ 

 

Günlük ve basit bir olayı fazla numara çekmeden belirli bir kaideyle okuyucuya sununca ister istemez bir beğeni oluşuyor. İlk kitabı Mehmet Molla’da bunu başarıyla kullanan şairin ikinci kitabı Maaşsız’da aynı etki sürmüyor, kasıtlı bir bozma ya da ironi eleştirisi diyebileceğimiz bu olaya sonra tekrardan değineceğiz.

Bulunduğumuz coğrafyanın bize bir hediyesi öfke ne yazık ki hayatımızın her alanında bizden bir parça gibi artık, dolayısıyla şiirimizde de. Şair zaman zaman sıradan insanların yaşadığı bu haklı ama çabuk sönen öfkesine de yer veriyor şiirinde. Bu öfke itici bir duygu oluşturmuyor Özdal’da, kuyrukta önüne geçen adama: ‘birader naapıosun sen?’ diyemeyenlerin kağıdı kalemi eline aldığında başbakanın ya da muhalefet partisi liderinin kafasını elektrikli testereyle kesme fantezisi kuranların ergen öfkelerine benzemiyor. 3 Tam adlı şiirinde yaşanılan basit bir öfke ve ardından sönme halini şöyle anlatıyor şair:

 

‘’ben bulaşmasam, hiç bulaşmiyim desem
içime atsam, kafamı çevirip gitsem
yutsam, öbür tarafa bıraksam
onlar beni buluyor’’

 

Siyasi meselelere her iki kitabında mesafeli yaklaşan şairin ilk kitabının da ismini taşıyan Mehmet Molla şiirinde hiç beklenmedik bir anda başarılı bir biçimde şu dizeler sıralanıyor:


‘’dersin ki abi benim bu işte günahım yok
ben kafamı ve vücudumun geri kalanını
bağdat’a, saraybosna’ya gazze’ye gönderdim’’

 

Şiirde ve Özde Arayış: Allah

Dünya üzerinde hüküm süren, hatta kolaylıkla hüküm süren sistemi aksatan, yavaşlatan ve durdurma tehlikesi hissettiren tek olgu insanların manevi inançları. Dinine ‘gerçekten’ bağlı bir adama içki satamazsın, gece kulübüne sokamazsın, lüks arabalar ya da rezidanslar kullandıramazsın, kısacası istediğini ondan alamazsın bunun tek nedeni o adamın inandığı din ve bu dininin emirleridir. Kabul edelim ki bahsettiğimiz özelliklere sahip insanlar çevremizde azalıyor, azalacaktır da. Ama sistem bundan fazlasıyla rahatsızdır bir kişiye dahi ulaşamamak, esir alamamak hakimiyet sürdürücülerini delirtir. İstedikleri şey basit: Ruhunu ve paranı teslim et.

160. Kilometre Yayınları’ndan en son Rıdvan Gecü’nün ilk kitabı Kırmızı Perfect’i okumuştum. Sıkı dizeler ve alçakgönüllülüğün yanı sıra aklımda bir de Allah lafzının tekrar tekrar kullanılması kalmış. Dönüp baktığımda Kırmızı Perfect’te yer alan 32 şiirden 10 tanesinde Allah veya Tanrı lafzı mevcut. Mehmet Davut Özdal’ın ilk kitabı Mehmet Molla’da da bu durum söz konusu kitaptaki 22 şiirden 11 tanesinde Allah lafzı bulunuyor.

Sigmund Freud Tanrı ve baba eksenli bir düşünce sistemiyle yorumluyor bu meseleleri ama bu derin meselenin işleneceği yer bu yazı değil. 2010 kuşağı şairlerin işlediği bu Allah/Tanrı meselesinin kaynağı ya da sebepleri üzerinde düşünülmesi gereken bir durum gibi geliyor bana. Hakim söylemin kendine problem olarak gördüğü inanç sistemlerini acaba şairler de gündemine alıp bir problem olarak mı işliyor? Burada konunun inanmak ya da inanmamak olduğunu düşünmüyorum. İlk kitabı yayımlanan şairlerin kitaptaki şiirlerinin neredeyse yarısı dini atıflar içeriyor. Şiirimizi bu kadar etkileyen hatta kaplayan dini motiflerle problemimiz ya da derdimiz ne? Soruların fazla olduğunun farkındayım ama psikolojik tedavilerin büyük bir kısmı Sokratik sorgulamayla ilerler ve neticeye kavuşur.

 

Kalıcılık

Mehmet Davut Özdal ‘ın bazı şiirlerinde iyi bir tempo yakalamış. İlk kitabındaki Kültürel Zenginlik buna en güzel örnek, şiirin nasıl başlayıp nasıl bittiğini anlayamıyorsunuz bile. Kullandığı dil itibariyle de mümkün mertebe gereksiz sözcüklerden kaçmış diyebiliriz. Nadiren de olsa sesbilimsel sapmalar Özdal’ın şiirin de görülüyor. Örneğin; ‘’etleri buzdolabından çıkıp bozulduracaksın’’ bu da başka bir şiirden ‘’acı çektiğini / görmek beni mutlandırdı’’.

Mehmet Molla’da bir şiir adı gelecek şiir kitabının habercisi gibiydi aslında: ‘’Türkiye Gazetesi’nin Verdiği Stres Bileziği’’. İşte burada klişe ve şiirde numara arasında bir tehlike mevcut. Gazetenin verdiği bu bileziklerle alakalı birçok espri yapıldı hatta karikatürleri çizildi. Artık bilindik ve klişe bir olay haline geldi. İkinci kitabı Maaşsız işte bu tehlikenin iki ucunda dolaşan dizelerden kurulu. Çok iyi dizeler de mevcut: ‘’isteyeni çıkınca kendine güveni gelip ev işlerini savsaklamaya / başlayan kızlar’’ klişe dizeler de: ‘’kaç kez açtın buzdolabını tırtıklayacak / bir şey var mı diye bakmak için’’. Şair Maaşsız’da bu dengeyi tam manasıyla kuramamış gibi ve ilk kitaptaki etki burada görülmüyor. Sadece buluş üzerine kurulup ardarda sıralanan bu dizeler acaba buluşçu şiire bir eleştiri miydi bilinmez ama bu dizeler üzerine biraz daha çalışıp okuyucuya sunmak şiir bütünlüğü için daha iyi olabilirdi.

Bir parantez de şairin kelime seçimlerine açmak gerek, modern şiir yazıp bu  kadar az modern kelime kullanmak şairin kalıcılığını arttırmasına fayda sağlayabilir. Modern şiiri sadece modern kelimeler üzerine kurup saçmalayan onlarca şiir varken Özdal’ın şiiri daha derli toplu bir halde okuyucu karşısında duruyor.

Sıradan insanların sıradan yaşantılarından bir kesit sunuyor bizlere Mehmet Molla ve Maaşsız, ilgililerin dikkatine.

 

Kültür Gündemi, 9 Haziran 2014.

 

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr