KONUM

 

güneşli günler gelirdi çimenlerde yalınayak piçlerin ekmek ufaladığı

bakarak tanrıların sızıntılarına toprakta sonra tapınarak sonra savaşarak

güneşli günler gelmezdi çünkü bilmezdim sarı ne renktir

 

herkesin bir enstrümanla iyi geçindiği olurdu kahvaltıdan önce

daha çok bakıp aynada kırışıklıklarına ve hissederek ölümün nefesi belki

saç kurutma makinasında saklıdır, ince kıyafetlerini çekinip üstüne ölümün

eti belki etimizin altında bir etidir bir başkasının

gözlerinin içinden uzakta bir demet maydanozun rengini öldürerek

güneşli günler gelirdi ve kimse kalmazdı ortada herkes birden giderdi

yarının külden kollarına

 

ben o zaman doğrulup bir kadını sevmeye giderdim

etinden içeri girmeye ve bulmaya kendimi bir piç olarak rahminde bir parça

yalayarak asfaltı yalayarak kemiklerini aaa bu yeni ölmüş mü birinin kıpırdayan göğüs altı

güneş ağzıma düşecekti oradan güneşi masama ısmarladım

oturdu aramızda çatal bıçak kullanarak göz göze bakarak bir kadını sevmeye bir güneşle

ama sonra kırdım boynumu kafamı çıkardım aldım iki elim arasına dedim ki

bilmem sarı ne renktir

 

merdivenleri inen dervişler eteklerinde lapa lapa kar küfrü, tabağımda ama

iştahla baktığım dondurulup sonra ufalanmış bembeyaz biraz gökyüzü

suratımı ikiye bölen kemik, yapışan gökyüzü, nefesimle kendime ettiğim döğüş

etimden şüphe duydum yeri geldi – bu eller allahın mı tanrının mı benim mi

aman boşver bir işe girecek kadar bile ellerim yok

birilerini sevecek kadar yeşilim de bakkaldan alınabilir

gardrobu açarlardı gözümün önünde içinde kan kıyafetleri

 

isyana da başladım böyle haydi iyiyiz – şöyle: eyyyey ey kulak mememden vuran saksafonlar

bir cenaze merasimine katıldım çok kez hep aynı cenaze merasimine kimsenin kimseyi söylemediği

yıkandık durulandık esnaflar evine döndü bordo suratlarını çevirdi birbirine

birinin demiri girdi ötekine

herkes başkasının içinde böyle eskidi

 

güneşli günler gelirdi toprağa piçleri çağırarak

çimen çiğnerdik deniz tükürürdük, ışıltıda sönen o ilk renk

onu bulmaya yürüdük o ilk renk – hangi biri

avuçlarımızı parmaklarımızı uzatı uzatı yükselttik ona

şaşakaldık surat surata biliyor musun sonra

toprağın altında çiniler, tarihi eserler, tutulmuş sözler

renk solmazmış susmazmış bunu bana kim mi söyler

 

üzülme yarının endişeli akışkan ezbercisi

ben de çevresiz kaldığım anları hatırlatırım kendime ha durmadan

taşları yerinden söker başka bir yere koyarım dünyaya bir şey katmak için

şekil verdiğim avuçiçi yeryüzünü kendi eserim sayar böbürlenirim

 

kapımın önünde ayaklarım

bekler beni götürmek için yine de

sapsarı ayaklarım – kirli ayaklarım

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr