çene.

 

x Z oturduğu yerden epeydir beni seyrediyordu, iki uzun bacağını iki yana iyice açarak koltuğunda kaykılmıştı, bacaklarının arasında kalan üçgen mekân beni her türlü kötülüğe karşı koruyacak kadar büyüktü. Z bu haliyle beni bir varoluş sıçrayışına davet ediyordu, ama ben dikkatimi okuduğum kitapta toplayabilmek için ona doğru bakmamaya gayret ediyordum. birden bana seslenip “büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorsunuz” dedi. şaşırıp “kim?” diye sorunca beni göstererek “siz” dedi. “bana niye birden ‘siz’ demeye başladın Z?” dediğimde ise cevap olarak gözleriyle elimdeki kitabı işaret etti, lev tolstoy’un anna karenina’sı. “ilahi Z” dedim, “bilirsiniz sizi ne kadar çok severim, bana bu teklifsiz soruları sorarak gösterdiğiniz bu sıcak ilgiye değip değmediğimi kendimce sorguluyorum bazen.” bana teklif edilen oyunu anında kabul etmiş, hatta oynamaya bile başlamıştım. Z’nin bana sorduğu soruyu tam anlamamıştım, ona büyük bir hayal kırıklığı yaşadığım fikrini nasıl edindiğini sordum. “virüsten eskisi kadar korkmadığınız için son bir haftadır insanlarla, hem de sevdiğiniz yakın insanlarla buluşmaya başladınız, ama her buluşmadan sonra büyük bir yorgunluk yaşadığınızı görüyorum, söylemeye utanıyorsunuz ama bu bir sabır yorgunluğu, sabretmekten yorgun düşüyorsunuz” dedi. “ah Z” dedim, “tanrı bizim ikiz olmamıza karar verip bizi o eşduyarlıkta dünyaya getirseydi inanın şimdi olduğumuzdan daha yakın olamazdık. sizi ne kadar çok sevdiğimi bilmeniz beni çok sevindirir. evet, insanlar yoruyor beni. halbuki bu kapanmalardan sonra onlara büyük bir hasretle koşacağımı sanıyordum. koştum koşmasına ama… olmuyor, yoruyorlar, hayal kırıklığı var, bu bir gerçek, evet… gittiğim yerlerde karşılaştığım insan sayısı inanın ki kafamın içinde yaşayan insan sayısından fazla değil, hatta şunu size rahatlıkla itiraf edebilirim ki dışarıdaki insan sayısı benim içimdeki insan sayısından çok çok daha az. novalis’in dediği gibi, hatırlarsınız, o şiiri beraber okumuştuk, gecenin içimizde açmış olduğu sonsuz gözler, o parıldayan yıldızlardan çok daha cennet gibi gelmekte.” artık tamamen bir rus romanının içindeydik. “tek tesellim sizin beni evde beklediğinizi bilmek” diye devam ettim, “size yaklaşmak, size kavuşmak… buluşmalardan önce sizinle burada, bu evde yaşadığım sakinliğin orada insanlarla beraberken de devam edeceğini sanıyorum. ama her seferinde bir insanla karşılaşır karşılaşmaz gen kutumda hazır bekleyen sosyalcilik nasıl bir patlamaya dönüşüyor, bunun formülünü hâlâ çözebilmiş değilim. neden böyle oluyor, bunu anlamıyorum, bu sosyalci patlamaların önlenemezliğini çözemiyorum, iradenin hükmedemediği bir alanın kendini sosyal alanda bu kadar özgürce icra etmesi beni şaşırtıyor. bu sessiz sakin uslu halin devam etmesinin hayatı zenginleştireceğine karar veren, bu konuda disiplinli bir irade kullanmaya niyetlenen, hatta bunun tekniğinin ne olması gerektiği hakkında fikirleri bile olan ben değil miydim? belki de ben kendime karşı bir hayal kırıklığı içindeyim, kim bilir?” ben bunları söylerken Z mutfağa yönelmişti. birden epeydir gizli gizli korktuğum bir şey bana apaçık görünür oldu, ya korona virüsü tehlikeli olmaktan çıkınca Z geldiği uzun koridordan çekip giderse… dikkat ettim, ben sokağa çıkarken o da uzun koridordan yürüyüp gidiyor, gittiği yerde ne yaptığını hiç sormuyorum, bir kere sordum, verdiği cevapta beckett karakterlerininkine benzeyen kesikli, tuhaf bir söz dizimi vardı, ‘demek ki orası benim anlayışımı aşan bir mevki’ diye düşünerek çok üzüldüm. benim için salgın Z gittiği zaman bitecek, bunu anladım. bunu anladığım an içimden yükselen sevgiyle, pembe panter gibi zıplayarak mutfağa koştum, iki kolumu yana açarak ona vardım, o da kollarını iki yana açmıştı, birbirimize sarıldık, başımı göğsüne koyarak ona “nasıl oluyor da böyle bir mutluluk bana rastlıyor, doğal değil bu, çok hoş bir şey” dedim. başımı avuçlarının arasına alarak gözlerime baktı, “bunlar levin’in kiti’ye 617. sayfada söylediği sözler ahmedov güntanovski” dedi. Z’nin nükteci olduğunu daha önce söylemiştim sanırım. elinden tutarak onu mutfaktan dışarı ta salondaki kanepeye kadar çektim. “gel tolstoy’a mektup yazalım” dedim. yan yana oturduk, ben bilgisayarı kucağıma aldım, o bacaklarını benim bacaklarımın üstüne bütün ağırlığıyla attı. yazmaya başladık: sevgili tolstoy, size bir şey soracağım. anna karenina’yı gençliğimde okuduğumda levin hiç dikkatimi çekmemiş, halbuki bu okuyuşumda sayfaları hep levin’in olduğu bölümler gelsin diye çevirip durdum. tabii aslında lise çağında bir çocuğun levin’e dikkat kesilmesi çok anlamlı değil, o yaştaki biri için vronski daha çekici. merak ediyorum, o yaşta acaba anna’nın nasıl çözüldüğünü anlattığınız o üzücü sayfalardan bugün soğurduğum umutsuzluğu soğurabilmiş miydim, hatırlamıyorum, tam emin değilim, keşke o zaman ne düşündüğümü bir kenara yazsaymışım. iyi ki tekrar okumuşum, diriliş’te hayran kaldığım tolstoy’a tekrar kavuştum. size sorum şu: kitabın sekizinci bölümünün sekizinci kısmından başlayarak levin’in tanrı muhasebesine şahit oluyoruz, levin tanrıya inanmadığı halde karısı doğum yaparken kendini birden inanan bir insan gibi dua ederken buluyor. doğumdan sonra karısını kaybetme korkusu geçip rahatlayınca o günkü ruhsal durumunu bir zayıflık olarak görüyor, dua ettiği o anları zayıflık olarak görünce de bu sefer o dakikaların anısını kirletmiş olduğu için üzülüyor, çelişkiler çelişkiler, hepimiz gibi… esas dikkatimi çeken dokuzuncu kısım oldu, o kısımda levin düşünüyor… kötülüğün boyunduruğundan kurtulmanın şart olduğunu düşünüyor… sözcüklerden kurulu düşüncelerin yapay zincirinin eninde sonunda yıkıldığını düşünüyor… bu yapaylığın insanı ısıtmayan muslin gibi bir giysi olduğunu düşünüyor… tanrıya inanmak için illa bir mucize beklemenin yanlış olduğunu düşünüyor… insanın bir yakınını sevmesi (onun için iyi şeyler dilemesi) fikrinin, mantıkla varılan bir şey değil, tersine içeride başından beri var olan bir şey olduğunu, sevgiyi ancak içimizdeki o şeye teslim olarak kabul ettiğimizi düşünüyor… biliyor musunuz bunu bugün böyle açıklayan, iyiliği türümüzün bir vasfı olarak gören genetikçiler var. levin bütün bu muhasebenin sonunda eğer iyiliği doğallıkla kabullenmeseydi yaşamın belli başlı mutluluklarının hiçbirine ulaşamayacağını düşünerek tanrı fikrinin ne kadar basit bir gerçek olduğuna karar veriyor. şöyle diyor: “mantık varoluş mücadelesini keşfetmiştir, isteklerimi engelleyen herkesi gırtlaklamam gerektiğini söyleyen yasayı keşfetmiştir. başkalarını sevmeyi mantık bulmuş olamaz. mantığa aykırıdır çünkü sevmek.” böyle bir dizi düşünce sonunda levin tanrı fikrine teslim oluyor. şimdi size soracağım soruya geleyim. aslında basit bir soru. biliyorsunuz dostoyevski mahkûm olduğu yıllarda mahkûmları seyrederek ‘inancını kaybeden ruhunu kaybeder’ fikrine varıyor. tobolsk cezaevinde duvara zincirle bağlandığı için yıllarca ancak iki metrelik bir alanda yürüyebilen o mahkûmlar… o mahkûmların insanlığını tamamen kaybetmesini önleyen şeyin ne olduğunu kendine sorduğunda dostoyevski’nin verdiği cevap mahkûmların içlerinde tutundukları umut oluyor. akıl yoluyla varılan değil, içeride var olan o şeye teslim olarak varılan inanç, tanrıya, tanrının bir gün onlardan yana olacağı fikrine inanç. o mahkûm “bütün umudunu, hayattaki her türlü amacını kaybettiği zaman mutsuzluktan bir canavara dönüşür” diyor dostoyevski. “kendi iradesi olmayan adam” ancak içindeki bir şeye tutunarak canavar olmaktan kurtulur: levin’in tanrısına. indirgenemez iyilik duygusuna. dostoyevski’yi prens mışkin’e kadar götüren yol… soru soracağım derken size bulduğum bir benzerliği aktardım, soru kayboldu ortadan. levin’in tanrıya inancını (mantıkla değil ama) içindeki iyiliğe olan doğal eğilimle haklı çıkarması, sizce de, dostoyevski’nin gözünü bile kırpmadan adam bıçaklayan bir adamın tek aydınlık tutamağının tanrının onu bir gün görüp şansını döndüreceği umudu olduğunu söylemesiyle kesişmiyor mu?” mektup bu noktada kesildi, devam edemedim. “senin bu asla bitmek bilmeyen romantizm ihtiyacın” dedi Z, “beni buraya, senin yanına çeken tek güç de aslında senin bu romantizmin. sözcüklerle kurulan yapıların yapay zincirini düşüncelerle değil ama arı duygularla kırmak isteyen ama kırınca da ne olacağını pek bilemeyen saftaron bir vitalizm…” yüksek sesle güldüm, bacaklarımı kendime doğru çekerek kıçımın üstünde ona doğru döndüm, topladığım bacaklarımı ileri doğru açarak onu kanepede kendimden biraz uzağa iteledim. iki çocuk gülerek biraz itişti. sonra ona şu hikâyeyi anlattım: “askerlik yaparken bizim mangada biri vardı, hiç bilmediğim bir şehirdendi, karısı hamileydi, yan yana ranzalarda kalır, yemeği aynı masada yer, eğitimde aynı grupta yer alırdık, çok yakışıklı bir çocuktu, seyretmek isterdin, o kadar yakışıklıydı. bir gün memleketten karısının hamileliğinin zor geçtiği haberi geldi, çok üzüldü, memlekete gitmek için izin istedi, komutan izin vermedi, kendini çaresiz bir mahkûm gibi hissetti, daha çok üzüldü. beraberliğimizle onu teselli ediyor, yalnız bırakmıyordum. bir gün atış talimine dağa gittik. kış bitmiş, kıraç toprakta o yöreye ait böyle küçük, kırmızı kaya dibi çiçekleri açmıştı. talimden dönerken birden eğildi, o çiçeklerden bir kök kopardı, bana uzattı, ‘ben hayatımda hiç kimseye, karıma bile çiçek vermedim, haberin olsun’ diye bana çiçeği uzattı. çiçeği alıp toprağıyla parkamın cebine koydum. işte o an o çocuğun yaptığı şeyin kaynağı levin’in sözünü ettiği kaynaktı, bütün sınırlamaları aşan o yakınlaşma arzusu, umudun o güzel yükselişi, insani bir iyilik anına teslim olma isteği… gen kutumuzda hazır bekleyen sosyalcilik… bunlar olmadan canavara dönüşürüz. bu tespit hem tolstoy’da hem dostoyevski’de var. herkes kendini niye devamlı tolstoy mu, dostoyevski mi diye bir seçime zorluyor, hiç anlamıyorum.”

 

x sayın hâkim, savunmama şahsınızda mesleğimin bütün buyurganlarını selamladığımı söyleyerek başlıyorum. savcı beyin mütalaasını hayretler içinde dinledim. şu an ayakta size hitap ettiğim bu yere siz sanık sandalyesi diyorsunuz, ama sandalyeye pek benzemiyor, daha çok çocukken gittiğim okulda oturduğum sıraya benziyor. o yüzden şu an öğretmeni tarafından, oturduğu yerden sözlüye kaldırılmış bir öğrencinin hissiyatını taşıyorum. her ne kadar müdafiim şu anda yanımda oturmakta ise de ben müdafaamı kendim yapmak istiyorum. okul sıralarında yan taraftan kopya çekmenin yasak olduğunu zatıaliniz benim kadar iyi biliyorsunuz. savunmamın başında kendimi tanıtmama lütfen izin veriniz. toplumumuzda insanın kendi hakkında konuşması hoş karşılanan bir şey değil. ama bu davaya konu olan fiili hakkıyla değerlendirilebilmeniz için benim hakkımda bilgi sahibi olmanız gerekir. zira takdir edeceğiniz üzere fiil, failden bağımsız değildir. ben bir yazarım. neden yazıyorum? bana atfedilen suç ile karakterim benim durumumda birbirinden ayrılmaz olmuştur. sayın hâkim… kendimi bildim bileli karmakarışık bir filmin içindeyim, o filmin bir sahnesinde doğdum, olaylar olaylar olaylar, olaylar zinciri içinde büyüdüm, bu yaşa geldim. bir yandan başıma gelen şeylerin zorluğunu çözmeye çalışırken bir yandan da o olayları anlamak için gösterdiğim çabanın başkaları tarafından sevimsiz bulunmasının bedelini ödedim. hayır, inanın “dünyanın tek masumu benim” demiyorum, öyle bir şey yok. ama yine de, en azından, yaşadığım bu kadar yıl içinde, akan bu filmin hiç olmazsa bir beş dakikasında, birinin bana dönüp “tamam, sıra sende, ne oldu anlat, seni dinliyoruz” demesini isterdim. o beş dakika benim için alfred hitchcock’un “her kötü filmde iyi bir beş dakika vardır” dediği beş dakika olurdu. denmedi, denmez, bu işler böyle, ben de sıkıntımı iteleyerek karnıma soktum. filmin akışını kimse değiştiremiyor, öyle bir şey var, irade her zaman akıştan sonra geliyor, yüce makamınız bugün bu salonda ilgili olayların akışından ancak bir süre sonra toparlanabildiğimizi zaten biliyor. bazen müdahalenin imkânsız olduğunu bildiğinize inanmak istiyorum. bugün huzurunuza getirilen bu dava insanlığın akış esnasında birbirine ayıracağı apaçık bir beş dakika olmadığı için açıldı. o apaçık beş dakika kendine ancak sanatta yer bulur. ben sanatın iktidarını bekleyen bir avuç insandan biriyim. hayatta o apaçık beş dakikayı bulamadığım için kafamın içindekileri ortaya anlattım, ortaya anlatmanın insanoğlu tarafından asırlar önce keşfedilmiş en güzel yollarından biri olan edebiyatı seçmem boşuna değil, ben meslek olarak değil bir zorunluluk olarak yazıyorum. benimki film oynarken filmin içinde filmi anlatmak… savcı bey diyor ki yazmış olduğum üç romanda insanlık toplumumuzun başına taç ettiği ‘aklın yenilmez gururu’na sarkıntılık etmişim, olmayacak şeyleri yan yana getirmişim, bu suçla buradayım, bu okul sırasında ayağa kalkmış kendimi bu suç yüzünden savunuyorum: beni parçalayıp yok edecekken yazarak elinden zor kurtulduğum şeye dönüp sarkıntılık etmişim. ne büyük bir yeteneğim varmış… kim olduğumu biraz önce söyledim, bir film kahramanı. niye bu filme doğdum bilmiyorum. bu olan şeyler niye oldu? bunlar nasıl oluyor? başıma gelen şeyler neden bu şekilde oldu? başka türlü olamaz mıydı? bunların cevabını bulmak için yazıyorum. duyguları serbestçe ifade edebilmek için çok çalıştım, çok yol denedim. savcı beyin dediklerinden üzülerek anladığım şu oldu: bir ağırlıktan kurtulayım derken meğerse ben kendim başkaları için bir ağırlık olmuşum. doğarken içine düştüğüm filmin baş kahramanı olan bir akıl var, herkese salık verilen bir kavrama gücü, rüzgârda bile onun sesini duyarsınız, a kııııııl a kııııııl a kııııııl a kııııııl, rüzgâr böyle eser benim filmimde. kendinden her zaman gurur duyan bir akıl var, babalar her sabah o akla hizmet için evden çıkar, anneler evladının elinden alınacağı o son güne kadar, onu bu dünyaya getirdiği için vicdan azabı çekerek çocuğuna sessizce şefkat gösterir, evladını dışarıda hüküm süren aklın hain şartlarına çaresizce hazırlar. savcı beye göre ben işte bu düzene bir tehdit oluştur— “ne konuşuyorsun öyle kendi kendine, fısır fısır?” Z’nin bu sorusuyla bilincim yer değiştirerek o karanlık mahkeme salonundan eve geri döndü. öyle ya, evdeyim, hakkımda bir tebligat filan da yok, hafta sonu olduğundan yine evde hapisiz. az önce o kasvetli mahkemede sözünü ettiğim filmin tuhaf bir dönemindeyiz, virüs salgını var, çok ölen oldu, maske takıyoruz, hafta sonları sokağa çıkmak yasak. “bir mahkemede kendimi savunuyordum, sıra tam romanlarımı neden nasıl yazdığıma gelmişti ki sen beni uyandırdın” diye cevap verdim. insanın kendi yarattığı sevgilinin tadı da başka oluyor, trafiği mükemmel planlanmış bir sahne oyunu gibi elinde bir kahveyle hop sana sorulması gereken en yerinde soruyu soruyor: “neden kaldığın yerden bana anlatarak devam etmiyorsun?” Z, mon amour… “ilk romanım olanlık.’ı kendimi sağaltmak için yazdım” diye başladım anlatmaya, “şiirin iyileştirmediğini artık anlamıştım. şiir ancak yazarken var, okurken var, insanın içinden aniden kuvvetle geçer, ama kalıcı bir şekilde iyileştirmez, hele modern şiir… ne tür şiir yazarsan yaz, şiir iyileştirmiyor, aydınlanma sağlıyor, görünür kılıyor, ‘hah’ dedirtiyor, en azından beni iyileştirmedi, öyle diyeyim, belki ben beceremedim, olabilir. şiire hazırlık yaptığım bilgilenme dönemleri hariç. hazırlık dönemlerinin gücü başka, onlar da bence şiirin en güzel anlarıdır. o yüzden mi içinde ham bilgi barındıran bir şiir yarattım acaba, bilmiyorum, bilgi iyileştirir çünkü, öğrenmek sağaltır… bilgi aktarmak da şiirin eski görevlerindendi biliyorsun. ilhan da şiirin elinden tutmadığını söyler dururdu.” “o da kim” diye sordu Z. “kim, ilhan mı? ilhan berk. kayıtlara göre dünya tarihinin en genç ölen şairiydi” dedim, devam ettim: “şiir hem yazan hem de okuyan için dönüştürücü bir analiz alanı değil, şiir analizcisi için bu dediğim olay başkadır belki, onu bilemem. ‘ben senin şiirlerinden çok şey öğrendim’- insan bunu kaç şaire söyleyebilir. bu dediklerimi şiiri değersizleştirmek için söylemiyorum, yanlış anlama, şiir öyle her isteyenin eline geçmeyen başka türlü bir bilgidir, orası kesin. niye romana geldim, onu anlatmak istiyorum. olaylar çocukken başladı, her şey çok sertti, hepsi birbirine karıştı, düğüm oldu. bu düğüm öyle bir noktaya geldi ki karşıma çıkan her şeye, kontrolüm dışında, benden habersiz aniden sinirlenen bir alt benlik mutlaka bulunuyordu, beni bende demen, ne çok ben var bende benden içeru, durum buydu… esiri gibiydim içimdeki düğümün, bu düğümden şiire varmak çok kolaydı, ama benim kendimi çözümlemeye ihtiyacım vardı, anlatamadığım çözemediğim şeyler beni boğuyordu, zordu anlıyor musun, günlük hayat zorlaşmıştı, kendimi beğenmiyordum. ben de kendimi karakterlere böldüm, işte, sonunda mazoşizmin el kitabını yazdım bir nevi… metnin beni iyileştirdiğini olanlık.’la öğrendim. ateşli bir hastalıktaymışım gibi yazdım. bir roman yazdığımı bilmeyi bırak ne yazdığımı bile bilmiyordum. olanlık.’ı yazdığım günlerde kim bana bir şey anlatsa ‘bak ben bunu yazarım ama’ diye izin alıyordum. tam bir regresyon halindeydim. her şeyi içime alarak kendimdekilerle eşleştirdiğim, kendileştirdiğim bir dikkat patlaması yaşadım. yazdım yazdım yazdım yazdım… sonra romanın girişi için seçtiğim parçayı bir kenara ayırdım, bir de sonu diye ayırdığım birkaç parça vardı, geri kalan parçalara birer numara verdim, numaraları küçük kâğıtlara yazdım, katlayıp bir kaseye koyup çekiliş yaptım. parçaları bu çekilişe göre sıraladım. sonra baktım, ‘oldu valla’ dedim. kurtulmayı arzuladığım bütün ruhsal bucurgatları olanlık.’a gömdüm. elime aldığım zaman teşekkür ettiğim bir kitabımdır. beni büyük yükten kurtardı. tabii bittikten sonra ‘bu nedir şimdi’ diye sordum kendime, roman desen roman değil, deneme desen deneme değil, ama roman desen roman, deneme desen deneme… ne yaptığımı 2017’de, romanı yazdıktan altı yıl sonra, nilüfer’in [ erdem ] hazırladığı Narsisizm ve Yaratıcılık kitabını okurken o kitapta rastladığım bir kavramla anladım, kendimi kendime görünür kılmak için bir anlatı içinde bütünlüklü olarak dondurmuşum, kitapta rastladığım kavramı kullanırsam bir ‘otobiyografi antlaşması’ yaratmışım. olanlık.’ın baş figürü parazit nefes’in ben olduğumu düşünebilir misin, ama romanın daha en başında birine ait olmak ihtiyacıyla sinir krizi geçiren o mazo çocuk bütünüyle benim. bütün zayıflıklarımı birbirine çarpıp kendime yazılı bir müzakere metni çıkardım. canım kitabım, kimse onun kadar elimden tutup beni iyileştiremezdi, çünkü ben kimseye ona anlattığım şeyleri anlatmadım. anlatmak istediklerim bitmemişti, bir kısmını hâlâ sığdıramadığımı düşünüyordum, içimdeki bu dürtüyü bastıramıyordum, o yüzden bir ikincisini, tam o sırada.’yı yazdım. o da bir ‘otobiyografi antlaşması’dır. kendime bakıp anlamaya çalıştığım bir oto-nesne daha… karmakarışık bir zihin yapım var, düşünceler ile duyguları asla ayıramam. yazmak bu birleşikliği bir zayıflık olarak değil bir güç olarak yaşamamı sağlıyor. tam o sırada. ortaokulda yaşadığım bir sınav sorusu çalma gecesinde geçiyor. küçük yaşta sonradan değiştiremeyeceğim insanlık hikâyelerinin içine nasıl düştüm, cinselliği ne şartlarda tanıdım, kendime anlatamadığım bir sürü şeyi o kitapta anlatılır kıldım, ‘akış’tan koparıp bir biçime kavuşturdum, böylece geride bırakabileceğim bir şey haline geldi. bu iki kitaptan sonra kendi hammaddem artık beni hiç rahatsız etmemeye başladı, daha sakin bir insan oldum, buna inanır mısın, ben hâlâ şaşırıyorum, düzyazı yazanı değiştirebiliyor, iyileştirebiliyor, bu gücü var, ben yaşadım, denedim. bukalemun manifesto. yazdığım romanlar içinde romana en benzeyeni oldu. anlattığım hikâye tamamen kurgu, içine tabii ki başımdan geçen bir sürü şeyi doğrudan yerleştirdim ama ana hikâye bu kez tam o sırada.’daki gibi otobiyografik değil. tabii yine bir ‘otobiyografi antlaşması’dır, bir oto-nesnedir ama bukalemun manifesto.’da bir romancı gibi düşünmeyi öğrendiğimi söyleyebilirim. işte benim roman maceram bu, anlattığım bu sürecin sonunda bir üçleme çıktı. tekrar bir roman yazsam uyku ile uyanıklık arasında bu minvalde gider miyim bilmiyorum.” bunları söyledikten sonra, kafamda az önce yargılandığımı düşündüğüm mahkemeye geri dönüp, kürsüdeki hâkime içimden “yazdıklarımda suç arıyorsanız, unutmayın ki suç ancak kanunla düzenlenir” dedim. tam bunu söylediğimde kapı çalındı. “kim acaba” dedi Z. “dün bir kargo bekliyordum, gelmedi, belki kapıcı almıştır, aldıysa paketi getirmiştir” dedim. “neydi” diye sordu. bir kahkaha attım, “1787 sayfa” dedim, “savaş ve barış.” Z güldü, “geçen gün dediğin gibi, ölmeden önce bütün okuma eksiklerini giderip ahiret kapısından ayıpsız geçmeye iyice niyetlendin bakıyorum” dedi.

 

x ”niye kendi türünüze bu kadar kızgınsınız anlamıyorum” dedi Z. “türünüze mi dedin?” diye şaşırdım, “sen başka bir türdenmişsin gibi konuştun. ben burada başka bir türle mi yaşıyorum, sen insan değil misin?” “orasını karıştırma” diye güldü, “biliyorsun ben buraya kapıdan değil uzun koridordan geliyorum. geldiğim yerde buradaki gibi türler, sınıflandırmalar yok.” Z’nin ilk günlerde taşıdığı olgu niteliğini yavaş yavaş kaybetmeye başladığını düşünüyorum, etten kemiktendi, yaslanabiliyordum, sarılıp öpebiliyordum, omuz kaslarının beyazlığını seyredebiliyordum, sabaha karşı üşüyünce yarı uyanık bir halde bacağımla bacağını bulabiliyordum. şimdi böyle tuhaf tuhaf konuşarak aramıza bir şaşırtı, bir ayrılık koymaya başladı, “salgın bitiyor, Z gidecek” diye düşündüm, ayrılık acısı, en dayanıksız olduğum acı. ama artık bu yaşımda hiç olmazsa bir ayrılığı al yazmalım’a bağlamadan yaşamalıyım, ağırbaşlı olmalıyım. “ne demek istedin?” diye sordum, sorusunu anlamamıştım. “yok insanlık öyle… yok insanlık böyle… hep kızgınsınız kendi türünüze. neden böylesiniz?” dedi. “insan türü ha?” diye sordum, “biz bir tür olduğumuzu o kadar unutmuşuz, o urbaları bir daha giymemek üzere öyle bir temelli çıkarmışız ki…” bunu böyle der demez, aklıma ibsen’in denizden gelen kadın’ı geldi. yerimden kalktım, bilgisayarı açtım, internetten denizden gelen kadın kitabının pdf’ini buldum, pdf’i indirip kindle’a gönderdim, kütüphanesini terk etmiş bir insanın yeni ritüeli… kindle’ı açıp kitabı okumaya başlarken Z’ye “eskiden okumaya meraklı birinin evine gidince kütüphanesine göz atardın” dedim, “o insan hakkında bir fikir edinmek için. şimdi insanlara ‘aç kindle’ı bakacağım’ diyemeyeceğine göre artık bu tip fikirler edinmek zorlaştı.” ibsen’in kitabını bitirdim, birkaç saat önce sanki internette bir şeye bakıp hemen geri dönecekmiş gibi Z’den kopmuş ama işi epey uzatmıştım. baktım, Z’nin benden artık ümidini kesmiş olduğunu gördüm. tekrar bana geri dönmesini sağlamak için düşündüklerimi tirad sesiyle anlatmaya başladım: “aslında biliyor musun, hepimiz birer ibsen kadınıyız. erkekler dahil. okuduğum şey ibsen’in denizden gelen kadın’ıydı. kitapta kendini denize ait hisseden bir kadın var, ellida, bedeninde hissediyor denizi, bedeninde hissedecek kadar gerçek bir denizdenliği var yani ellida’nın. oyunun bir yerinde mealen diyor ki: ‘deniz mahluku, kara mahluku olmak için kendininkinden o kadar farklı bir yol izler ki artık geri dönse bile başka bir tür mahluk olduğu için denizde yaşayamaz.’ ellida tam bir ‘ibsen kadını’ olarak hem kendinin hem de insanlığın hüznünü işte bu imkânsızlıkta buluyor: denizi ta içinde taşıması, denizin onu geri çağırması, ama artık denizdeki türüne geri dönemeyeceğini bilmesi… kendini ancak böyle radikal bir biçimde terk ederek varlık gösterebilen, dünyaya ancak bu terki gerçekleştirerek tutunmak zorunda kalan insan eninde sonunda elinde olmadan kötülükler yapan biri oluyor, bir ‘ibsen kahramanı’ oluyor. toplumsal hayatta bunu kadınlarda, eşcinsellerde, ilksel dürtülerini terk etmek mecburiyetini yaşayan, kabuğunu çıkarıp yola başka bir urbayla devam etmek zorunda kalan insanlarda çok gözledim. çoğumuz öyleyiz, üstelik bunu biz bir irade koyup yapmıyoruz, nasıl olduğunu bile anlamadan, önceden (karaya) yerleşmiş olan başka bir iradenin mahluku oluyoruz. o en baştaki ‘ilk güzel masum’ artık geri gelmez, öyle bir kendini artık bulamazsın, bu imkânsızlığın da intikamını alırsın, eline fırsat geçtiği anda elinde olmadan en başta kendi benzerlerin olmak üzere etrafına kötülük yaparsın. hepimiz birer ibsen kadınıyız, hepimiz hedda gabler’iz. kadın, erkek… can acıtma dürtülerimiz bize heyecan veriyor, bu dürtüleri kontrol etmeyi de maalesef bilmiyoruz, o kontrolsüzlükten de ayrıca pişmanlık duyuyoruz, bu bir döngü. bizim de yeryüzündeki diğer türler gibi bir tür olduğumuz fikrine artık geri dönemeyiz bence, çok geç, alıştık mahlukatın şereflisi olmaya. ama türümüz bizde hâlâ her an yaşıyor, hepimiz ellida’yız, kadın, erkek… kendini beğenmezliğimiz, hem kendimize hem başka canlılara kötülüğümüz, yıkıcılığımız da bu yüzden sona ermeyecek, o gökdelenleri dikecek, o hayvanları yok edecek, o suları kirleteceğiz, duramayız. kendimizi mahlukatın en şereflisi gördüğümüz ölçüde bu nevroz artacak, arttıkça da kötülük devam edecek… peki ne yapmalıyız? bilmem, benim maalesef kurtuluş fikrim yok, iyi de bir militan olurdum ama maalesef yok bende kurtuluş ülküsü, fikri olanlara gıptayla bakıyorum. cennet dünya fikrine bir geri dönüş gerçekleştirebileceğimize inanmıyorum. ama ben dosto’cuyum, ne olursa olsun insanı sevmeye devam ederim, benim elimden başka türlüsü gelmez, çok kızgın olduğum zamanlarda, hatta inzivada bile bu odadan yan odaya insan düşüncesi olmadan geçemiyorum, elimde değil benim o. insan kendine benzeyeni sevmezse bizi kim sevecek o zaman? hem sonra bak, şiir, roman, sahne, müzik, sinema, resim, heykel, mimari… yeryüzünde bütün bunları yaratan tek bir tür var, insan. edebiyatı biz yaratmışız değil mi? insanı bunları yaratma yeteneğini gösterdiği için, her şeyi bir yana koyarak sevebilirim. bu saydıklarıma da kızıldeniz’deki o büyülü mercan kayalıkları gibi bu gezegenin koruma altına alınması gereken bir parçası olarak bakamaz mıyız? insanı dışarıda bırakamayız. hiç insansız bir roman yazarsın, o insan bakışının ta kendisi olur. biz ‘şeylerin anlatıcı’sıyız, illa bir şeref arıyorsan biraz aşağıya in. nasıl bir tür olduğumuz düşüncesi anlatılarımızda yaşıyor. kendini bir tür olarak algılama lüksüne sahip olan tek tür de biziz, başka bir türün kendini bir tür olarak dışarıdan değerlendirip kendi türüne ‘türümüz öyle… türümüz böyle…’ diye kızma, hatta ne kadar kızgın olduğunu türdeşlerine ballandırarak, felsefi sistemler kurarak anlatma imkânı yok, değil mi?” çok ilerledim galiba, Z eliyle dur işareti yaptı. “coştun” dedi, “sana hak veriyorum. biliyor musun sevindim. soruma verdiğin cevabın sonunu türüne duyduğun sevgiye bağladın.” gözlerimin içine uzun uzun baktıktan sonra sözlerini “insan giderse” diye bitirdi, “insansız dünyada bitkilerin geride kalan dünyayı tamamen kaplamasının güzelliğini kim anlatacak?” Z kesinlikle gidecek, bundan eminim.

 

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr