Söyleşi: Nazlı Karabıyıkoğlu – Zeliha Cenkci

 

Kargo Kültü, Strauss’tan “Sudanlı Nuerler kısır kadını erkek sayarlar. ‘Amca’ sıfatıyla bu kadın…” alıntısıyla başlıyor. Hepimiz Yamyamız’da Strauss, yukarıdaki alıntının devamındaki bölümde, birbirinden uzakta kimseyi rahatsız etmeden var olabilen bağdaşmaz örf ve adetlerin aniden karşılaştığında birbiriyle çarpıştığını ve bütün halkların aynı kültürel modele özendiği birörnekleştirilmiş bir dünyaya evrildiğinden, dolayısıyla halklar arasında farklılıklara yer kalmadığından[1] söz ediyor. Senin şiirinde bu durum nasıl konumlanıyor?

065_kargokultu_kapakKitabıma adını veren kavram, kargo kültü, eşit güce sahip olmayan bu farklı kültürlerin karşılaştığı an meydana gelen travmatik etkiyi tarif ediyor en başta. Kitabı oluşturan şiirlerimin önemli bir kısmının hayat bulduğu ortam, hiçbir aidiyet hissetmememe rağmen temsilcisi kabul edildiğim bir “ileri” kültürün, baskısı altında mücadele eden çetin bir coğrafyayla girdiği tepkimelerdi. Ana dilini konuşma hakkını bile yeni elde etmiş ve ana dilde eğitim hakkı için uğraş veren insanlara, kendi ana dilim de olmayan bir dili öğretmek amacıyla orada bulunmam ironikti. Öğretmeye gitmiştim ama öğrenen bendim. Bu coşkuyla, bu yeni kültürün büyük emeklerle elde edilmiş kazanımlarına, şiirlerimle duygudaşlık etmeye çalıştım. Örneğin Bazid, Doğubayazıt’a, yaşayanlarınca verilmiş isimdir. Elbette, kültürü sadece bir toplumu diğerinden soyutlayan örüntülerin oluşturmadığını, örüntü dışı sıçramaların da kültüre katkıda bulunduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Strauss’un devreye girdiği nokta burası. Bir kültürün kendini ifade hakkı kadar değişim-dönüşüm hakkı da vardır, Kürt sorunu kadar Kürt toplumunda kadın sorunu da vardır. Olayların bu karmaşıklığı, yoğunlukla bir psiko-coğrafya ürünü olan şiirlerime de yansımıştır.

 

Şiirdeki deneysel imkanların açtığı alanda, şiirlerin avangard bir yapıya bürünüyor. Bu deneysellik, okura bir oyun alanı yaratıyor ve onu çözülmesi gereken anlam katmanlarına çağırıyor. Senin okuru çekmek istediğin yer burası mı?

Anlam katmanları olduğu doğru fakat çözülme gerekliliğinden emin değilim. Oyun kavramı bir amaç, düzen, kural ve nihayeti imliyor, şiirlerimde bu söz konusu değil. Sadece oyunla gerçek arasındaki alegoriye benzer bir ilgi kurulabilir şiirlerim ve gerçeklik arasında. Okuru, bir bulmacayı değil bir problemi hatta paradoksu çözmeye çağırıyor olabilir şiirlerim.  Oyundan ziyade “oynatma” ve “yerinden oynatma” bana daha yakın gibi. Özellikle dilin yeniden üretici karakterini düşündüğümde.

 

Şiirlerinde paratextual ögelerle karşılaşıyoruz, kimi zaman bir el yazısı görüntüsü, bir haber kupürü, bir kanun metni ya da wi-fi sembolü… Bu paratextual ögeler okura şiiri açımlarken nasıl olanaklar sağlıyor?

Paratextual öğeleri çok önemli bulmuyorum. Olmazsa olmaz değiller. Bazen çok somut ve açık-seçik bir olguyu, dolayımlayarak, kapkaranlık imge ve tasvir kuyularına gömeriz. Bazen de dilin temsiliyetini minimize ederek olguyu doğrudan okurun karşısına çıkarırız. Bunlar okurun algı istikrarını sarsar ve onu diri tutar. Metni de diri tutmaya yarayabilir kimi zaman paratextual öğeler. Bunların sadece ihtiyaç halinde kullanımından yanayım. Şiirin, toplumun okuma-görme biçimlerindeki değişime göre şekil alma zorunluluğu yoktur. Şiir, Times’ın kapağı değildir.

 

Semantik öğelere daha açık biçimde yer veren şiirlere alışkın okurun, “deneysellik, deneysellik içindir” anlayışı çerçevesinde yazılan şiirlere mesafeli durduğunu hatta bazen sıkıcı bulduğunu düşünüyor musun?

İyi bir okurun, şiirin hiçbir türüne, biçimine mesafeli ve kayıtsız kalabileceğini tahayyül bile edemiyorum. Şiir, Cemal Süreya’nın dediği gibi bir “entertainment” etkinliği olmaktan çok uzaktır, fakat asla sıkıcı da değildir. Deneysel şiir mevcut imkanlarla yetinememekten doğuyor ve okur, mevcut şiir duyarlığına kanaat ediyorsa arada mesafe olması doğal. Şiirsel deneylerin de her zaman başarılı olduğu söylenemez ama okurun önyargılarını haklı çıkarmaz bu durum. Semantiği zorlamayan metinlere alışkın okurun, şiir ve alışkanlığın ne derece bağdaşabileceğini sorgulaması gerekir bana kalırsa.

 

Deleuze, iyi bir yazarın kendini ifade ettiği dile bir yabancı gibi yaklaştığını, bunu yaparken dili küçülttüğünü/önemsizleştirdiğini[2] ifade ediyor. Senin de şiirlerine baktığımızda hasarlı, eksiltili, yapısı bozulmuş bir dille karşılaşıyoruz. Bu, Türkçe’ye yabancılaşma eğiliminde olduğunu düşündürebilir mi? Ya da sen bu ifadenin neresindesin?

Dili nesneleştirme ve yazınsal işlevine yüklenme, belli ölçüde bir yabancılaşmayı beraberinde getiriyor. Okur üzerindeki etkisi de yabancılaştırma oluyor ki artık geleneksel kabul edilebilecek bir teknik bu. Hasarlı bir dil, hasarlı bir özneye işaret eder; çok basit bir denklem. Dilin temsil ettiği olgulara yabancılaşma hissederken dilin kendisine hissetmemek tuhaf ve yapmacık olurdu.

 

Jean-François Lyotard’ın ortaya koyduğu Postmodern Durum, endüstri sonrası toplumlarda, erekselci tarih anlayışlarına karşı derin inançsızlık halinden, modernleşme projesinin kuramsal sınırlarının bu inançsızlığı aşabilecek bir olanağa sahip olmadığından bahseder. Bu durum sonucunda yeni bir düşünme ve yaşam kipi ortaya çıkmıştır: Postmodern Durum Şiirlerinde kimi zaman ironikleşen bu inançsızlık halinin seni postmodern olarak tanımlayabileceğimiz bir yola soktuğunu söyleyebilir miyiz? Yoksa yanlış bir yolda mıyız?

Lyotard’a ve postmodernizme pek vakıf değilim. Fakat birçok şiirimin postmodern edebiyata ait nosyonlarla bağdaştırılabileceğini kabul ediyorum. Parodi, pastiş, anıştırma ve kolajlar şiirlerimde göze çarpıyor. Bütünlük ve formla sorunlarım var. Sizin de bahsettiğiniz paratextual öğeler, sunumsallığa götürüyor bir yandan. Ve elbette metonimi, gündelik hayatımızı da uzunlarla, pensilvanyalarla kuşatan. Kimyadaki anlamıyla “kararsız” bir şiir yazdığımı düşünüyorum.  Dahasını eleştirmenlere bırakmak en doğrusu.

 

Gittikçe kuraklaşan, doğaya dönüp onu çoğaltacağı yerde onu tüketen dünyada, her yeni günü başka bir kan tadıyla damağımıza yerleştiren günlerde, bir kadın olarak kendini nasıl canlı tutuyorsun?

fatmanurturkKadınlar için dünya hiçbir zaman kolay olmadı evet. Şeytanlarla, kara köpeklerle, domuzlarla bir tutulduk. Cadı avcılarının kurbanı olduk, yakıldık. Eksik akıl görüldük, taşlandık. Eğer erkek insansa, kadın insan olamaz dendi. Uğursuz bilindik, ötelendik, öldürüldük. Öteden beri toprak için, o toprakta iktidarını kurmak adına savaş başlatan, medeniyet savıyla kan akıtan hep erkekler olmuştur oysa. Hırsızlık yapan, türleri katleden, güçsüzü ezen, canlılara her anlamda şiddet uygulayan ve kendisini doğa karşısında tek egemen güç olarak gören erk. Bugün gördüğüm dünyada, içinde yaşadığım coğrafya, kadına “bir yere kadar” gitmenin konturlarını çiziyor. Doğar doğmaz gelenekler silsilesi ile karşılaşıyoruz. Oy veriyorsun, okul okuyabiliyorsun, çalışabiliyorsun, düşüncelerini iyi kötü ifade edebiliyorsun, ne güzel ve yeterli bu sana, çünkü gerisi fıtratına aykırı, yaratılışa ters. Sen “bir yere kadar” git, sonra orada “doğan” gereğince dur. Sınırı, çizgiyi aşma. Yumuşak başlı, iyi huylu ve itaatkar ol. Kadınlığının daima övülen ve kutsanan annelik göreviyle taçlanacağını, toplumdan beklediğin saygıyı yaşlandığında elde edeceğini, iyi bir ev kadını değilsen iyi bir çalışan olmanın önemsizleşeceğini hatırla diyen bir ataerkil irade. Nasıl güleceğimizi, ne giyeceğimizi, kaç çocuk doğuracağımızı, kiminle sevişeceğimizi yüksek sesle tekrarlayan, 12 yaşındaki çocuktan rıza bekleyen, tecavüzcülere arka çıkan ve adeta tecavüzü teşvik eden bir irade. Mevcut şiddet dilinden, cinsiyetçi yaklaşımlardan, ardı arkası kesilmez faşist söylemlerden, bu söylemlerin gündelik hayata pratik olarak yansımasından hepimiz bıktık. Zekamızın, duygumuzun, davranışımızın “erkek gibi” yaftasıyla övülmesinden de usandık.  Cinsiyetçi argo ve küfür dilinin en sonunda entelektüel pozculuğa sindiği bir ortamda bize açılan alanın da “bir yere kadar” gittiği belli. Mikro dünyanın ya da makro dünyanın türlü dayatmasına ve zorbalığına karşı, sınırları aştığım, çizgileri geçtiğim “şiirle” canlı tutuyorum kendimi sanırım. Şiir, yaşanan hiçbir kötülüğün sorumlusu değil, suçlanacak öznesi değil. Hayır.

 

Notlar

[1] Claude Levi-Strauss, Hepimiz Yamyamız, Metis Yayınları, 2014, sayfa 64

[2] GillesDeleuze, Critique etclinique, ref: http://www.revuetrahir.net/2010-2/trahir-helle-minorize.pdf

 

post dergi, 3/3/2017.

 

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr